Kim Allah İçin Olursa

Sual: Konevi'nin 40 hadis kitabındaki, (Kim Allah için olursa, Allah onun için olur) hadisi sahih midir?
CEVAP
Bunu sormak, ilkokul talebesine matematik profesörünün yaptığı bir işlemi kontrol ettirmekten çok daha abestir. Sadreddin Konevi hazretlerinin bizim kadar bilgisi yok mu? Kitabına uydurma hadis alacak kadar gafil ve cahil mi? O hadis-i şerif şu manadadır:
(Kimin maksadı Allah rızası olursa, Allahü teâlâ da, onu maksadına kavuşturur.)

Kur'an-ı kerimde buna benzer âyetler vardır. Birkaçı şöyledir:
(Rabbinden korkan [günahlardan kaçan] kimselerden [ibadetlerini kabul etmek suretiyle] Allah razıdır. Onlar da, [umduklarından daha fazlasına kavuştukları için] Allah'tan razıdır.) [Beyyine 8]

(Beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim.)
[Bekara 152]
Yani, beni ibadetle ananı, ben de rahmetle anarım, bana dua edenin duasını kabul ederim, dünyada beni hatırlayanı, ben de ahirette hatırlarım, rahat iken beni hatırlayanı, ben de onu sıkıntılı iken hatırlar, yardım ederim.

(Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder.)
[Muhammed suresi 7]
Yani, siz Allah'ın dinine hizmet etmek için çalışırsanız, Allah da, düşmanlarınıza karşı size yardım eder.

(Allah, kendisine yardım edenlere yardım eder.)
[Hac 40]
Kendisine yardımdan maksat dinine hizmet etmektir. Yani, Allah yolunda çalışanın yardımcısı Allah'tır. Kulunun azıcık bir gayretine çok mükâfatlar ihsan eder. Bire on verir. Hatta bire yedi yüz ve daha fazla da verir. (Bekara 261)

Bu konuda çok kudsi hadis-i şerif vardır. Bazıları şöyledir:

(Sevdiğim kulumun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı, konuşan dili olurum. İstediğini veririm.) [Beyheki]

(Bana bir karış yaklaşana, ben bir arşın yaklaşırım. Bir arşın yaklaşana, bir kulaç yaklaşırım. Yürüyerek gelene, koşarak yaklaşırım.)
[Buhari, İ. Ahmed, İbni Şahin]

(Beni taatımla zikredin. Ben de sizi mağfiretimle zikredeyim. Beni muti olarak zikredeni mağfiret ederim. Beni asi olarak ananı da, azabımla anarım.)
[Deylemi]

(Beni zikrettikçe şükürde, unuttukça küfürdesin.)
[Hatib] (Yani nankörsün.)

(Beni kimse yokken zikredeni ben melekler içinde zikrederim. Beni cemaat içinde zikredeni, ben de onlardan daha hayırlı ve büyük bir toplulukta zikrederim.)
[Taberani]

(Ey Âdemoğlu, kızdığın zaman beni zikret ki, gazaplandığım zaman seni affımla anarak helâk olunanlar arasında seni helâk etmeyeyim.) [İbni Şahin]

(Kulum, benim zikrimle dudakları kıpırdadıkça ben onunla beraberim.)
[Buhari]

Allah'ın Halifeleri Vardır

Sual: Hizbürrahmanım diyen ve mezhep kabul etmeyen birisi, (Allah mabuddur, Allah'ın halifesi olmaz. Var diyen halifeye mabud demiş olur ve küfre düşer) diyor. Allah'ın halifesi olmaz mı?
CEVAP
Allahü teâlânın elbette halifeleri vardır. Bu husus, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Mesela iki âyet-i kerime meali şöyledir:

(Ey Davud, biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde adaletle hükmet.) [Sad 26]

(Sizi yeryüzünde halifeler yapan Odur. İnkâr edenin zararı kendinedir.) [Fatır 39]

Bu konudaki hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:

(Âdil sultan Allah'ın yeryüzündeki halifesidir.) [Beyheki]

(Neslimden gelecek olan Mehdi, Allah'ın halifesidir.) [Deylemi, Hâkim]

(Emr-i maruf ve nehy-i münker yapan Allah'ın ve Resulünün halifesidir.) [Deylemi]

Peygamber efendimiz halifeyi şöyle açıklıyor:
(Allahü teâlâ halifelerime rahmet etsin. Sünnetimi ihya edip yayan halifemdir.) [İ.Asakir]

Davud aleyhisselamın adaletle hükmetmesi isteniyor. Demek ki peygamber, sultan birer halifedir. Sultan, âdil olursa, Allah'ın dinine hizmet eder. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Sultan yeryüzünde zıllullahtır. Ona ikram eden ikram görür, ihanet eden ihanete uğrar.) [Taberani]

Zıllullah demek, Allahü teâlânın emirlerini tatbik etme yetkisine sahip halife demektir. Ahir zamanda gelecek olan Hazret-i Mehdi de Allah'ın dinini yayacağı için ona da Allah'ın halifesi denmiştir. Emr-i maruf ve nehy-i münker yaparak Allah'ın dinine hizmet edenlere de Allah'ın halifesi denmiştir. Resulullahın da halifeleri vardır. Halifeleri hâşâ Resulullah gibi peygamber olmadığı gibi, Allah'ın halifeleri de hâşâ mabud değildir.

İmam-ı Rabbani hazretleri, faydalı ilimler hazinesi Mektubat'ta buyuruyor ki:
Bir şeyin sureti, onun halifesidir, vekilidir. Bir şey onun suretinde yaratılmazsa, onun halifesi olamaz. Halife olmaya yakışmayan, emanet yükünü taşıyamaz. Sultanın hediyelerini, ancak onun vasıtaları taşır. Ahzab suresinin (Emaneti göklere ve yere ve dağlara bildirdik, yüklenmek istemediler. Ondan çekindiler. Onu insan yüklendi) mealindeki 72. âyetinde anlaşılıyor ki, insandaki kemaller, Vücub mertebesinin kemallerinin suretleri, görüntüleridir. İnsandaki kemallerin, Vücub mertebesindeki kemallere yalnız isimleri benzemektedir. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, Âdem'i kendi suretinde yarattı) buyuruldu. Çünkü insanın nefsinde bulunan her şey, birer surettir, görüntüdür. Bu suretlerin hakikati, aslı, Vücub mertebesindedir. İnsanın halife olmasının inceliği buradan anlaşılmaktadır; çünkü bir şeyin sureti, o şeyin halifesidir, vekilidir. Zındıklar ve Allahü teâlâya madde diyen kâfirler, burada çok yanıldılar. Allah'ı insan suretinde sandılar. İnsanlarda olduğu gibi organları, duygu aletleri var dediler. Böylece, çok kimseleri de saptırdılar. Müteşabihat âyet-i kerimeler de böyledir. Âl-i İmran suresinin (Bu âyetlerin bildirdiklerini yalnız Allah bilir) mealindeki 7. âyet-i kerimesi gösteriyor ki, müteşabih olan âyet-i kerimeler, gösterdiklerinden başka şeyleri bildirmektedir. Ulema-i Rasihin denilen derin Ehl-i sünnet âlimlerine de, bu başka bilgiler ihsan olunmuştur. Bunun gibi, gaybı yalnız Allahü teâlâ bilir. Peygamberlerin yükseklerine bu bilgisinden ihsan etmektedir. (1/312)

Allahü Teâlâ'yı Anmak

Sual: Bekara suresinin 152. âyetinde, (Beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim) buyuruluyor. Allah'ın zikretmesi ne demektir?
CEVAP
Zikretmek anmak demektir. Allahü teâlâyı zikretmek de, Onu hatırlamak demektir. İslam âlimleri, bahsettiğiniz, (Beni anın, ben de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin) mealindeki âyet-i kerimeyi şöyle açıklamışlardır:
1- Beni ibadetle anın, ben de sizi rahmetle anayım.
2- Beni dua ile anın, ben de sizi icabetle anayım. Yani duanızı kabul edeyim.
3- Beni dünyada anın, ben de sizi ahirette anayım.
4- Beni yalnızlıkta anın, ben de sizi toplulukta anayım.
5- Beni ihlâsla anarsanız, ben de sizi halasla [kurtuluşla] anarım.

Bir kimse Peygamber efendimize dedi ki:
- Hangi oruçlunun sevabı çoktur?
Efendimiz buyurdu ki:
- Allah'ı en fazla ananların...
O kimse, namaz, zekât, hac için de aynı suali sordu. Hepsinde aynı cevabı aldı. Bunun üzerine Hazret-i Ebu Bekir, (Allahü teâlâyı ananlar, hayırların hepsini alıp gitti) diye söyleyince, Resulullah efendimiz, (Evet öyle) buyurdu. (Taberani)

Gafiller arasında iken
Gafiller arasında iken, Allahü teâlâyı anmak, emir ve yasaklarını konuşmak, herkesi iyiliğe teşvik etmek daha büyük sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâyı anmak üzere toplananları melekler ve ilahi rahmet kuşatır.) [Müslim]

(Sırf rıza-i ilahi için toplanıp Allahü teâlâyı ananlara göklerden bir münadi,
"Allahü teâlâ günahlarınızı sevaba çevirdi. Yerinizden mağfiret edilmiş olarak kalkın!" diye seslenir.) [İ. Ahmed]

(Bir toplulukta Allahü teâlânın ismi anılmaz ve peygamberine,
salevat-ı şerife getirilmezse, kıyamette onlar, hasret ve nedamet çekerler.) [Tirmizi]

(Bir defa salih kimsenin sohbetinde bulunmak, defalarca kötü kimselerin sohbetlerinde bulunmanın günahlarına kefaret olur.)
[Deylemi]

Davud aleyhisselam şöyle dua ederdi:
(İlahi, seni ananların topluluğunu geçip, gafiller topluluğuna gitmeye başlayınca, daha oraya varmadan ayağımı kır! Zira böylesi bana bir lütuf ve nimettir.) [İ.Gazali]

Gafil, Allahü teâlâyı anmayan, iyiliklerden haberi olmayan kimsedir. Böyle kimselerden fayda gelmediği gibi, çeşitli zararlara maruz kalırız.

Salihlerin, yani iyi kimselerin sohbetlerini ganimet bilmelidir. İyi kimseler, daima iyiliği tavsiye ederler. Bütün insanlığın iyi olması için çalışırlar. Günah lekeleri ile kalbi paslananlar, salih kimselerin sohbetlerinde bulunurlarsa, kalblerinin pasları silinir.

Kiminle gezdiğimize, kimlerle arkadaşlık ettiğimize dikkat etmeliyiz! Çünkü bülbül güle, karga çöplüğe götürür.

Allahü teâlâyı anmak, Onun emir ve yasaklarını hatırlamak, emirlerini yapıp, yasaklarından kaçmaktır. Dil ile de Allahü teâlâyı tesbih ve tenzih etmektir. Mesela, sübhanallah, elhamdülillah, Allahü ekber, la ilahe illallah gibi kelimeleri dilinden düşürmemeye gayret etmelidir.

Allahü teâlâyı anmanın alameti
Sual:
Allah'ı anmanın önemi ve alameti nedir?
CEVAP
Vazifeye gidip gelirken, iş yaparken ve her fırsatta Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak büyük saadettir. Onu unutmak, anmaktan gafil olmak büyük bedbahtlıktır. İnsan sevdiğini her zaman hatırlar, çok severse hiç unutmaz. İmanın temeli, Allahü teâlâyı sevmektir. Sevmenin alameti de, Onu çok anmaktır. Yani Allahü teâlâyı seven Onu çok anar, Onu çok anan da Allah'ı seviyor demektir.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâyı çok sevmenin alameti, Onu anmayı sevmektir.) [İbni Şahin]

Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Allahü teâlâyı anmak her şeyden büyüktür.) [Ankebut 45]

(Ey müminler Allah'ı çok anınız!) [Ahzab 41]

(Allah'ın nimetlerini anın ki, felah bulasınız.)
[Araf 69]

(İyi biliniz ki, kalbler ancak Allahü teâlâyı anmakla, itminana, rahata kavuşur.) [Rad 28]

(Beni anmayan, sıkıntılara maruz kalır, kıyamette de kör olarak haşrolur.) [Taha 124]

Allahü teâlâyı anmanın, kalbde yerleşmiş olmasının alameti, o kimsenin edebe ve güzel ahlaka sahip olmasıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâyı anan kimse ile anmayan kimse arasındaki fark, diri ile ölü arasındaki fark gibidir.) [Buhari]

(Size deli denecek kadar Allahü teâlâyı fazlaca anın!)
[Hâkim]

(Allahü teâlâyı öyle anın ki, münafıklar sizlere, mürai desinler.) [Beyheki]

Hak teâlâ buyurdu ki: ("Ben, kulumun beni sandığı gibiyim. Kulum ne vakit beni hatırlayıp anarsa, onunla birlikte olurum. Şayet kulum beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu daha iyi bir topluluk içinde anarım") [Buhari]

(Her şeyin bir cilası vardır; kalbin cilası da Allahü teâlâyı anmaktır.)
[Beyheki]

(Zikrin en faziletlisi la ilahe illallah demektir.) [Nesai]

(Gafiller içinde Allahü teâlâyı zikreden, cepheden herkes kaçarken, savaşan asker gibidir.)
[Taberani]

(Allahü teâlâyı çok zikreden münafıklıktan kurtulur.)
[İbni Şahin]

(Sabah-akşam Allahü teâlâyı anmak, fisebilillah savaşmaktan üstündür.) [Deylemi]

(Gece ibadet edemeyen, malını hayra sarf edemeyen, düşmanla cihaddan korkan, Allahü teâlâyı çok anmalıdır!)
[Bezzar]

Hak teâlâ buyurdu ki:
(Beni bir gün hatırlayan veya bir defa benden korkan kimseyi Cehennemden çıkartırım.) [Hâkim]

Allahü teâlâyı anan, Onun büyüklüğünü, sıfatlarını, emir ve yasaklarını düşünür, tefekkür eder, iyi şeyleri yapma, kötü şeylerden kaçma arzusu doğar. Bu bakımdan Allahü teâlâyı zikretmek çok faydalıdır.

Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki:
Allahü teâlâyı anmak iki türlüdür:
1- Kalbden Allahü teâlâyı hatırlamak büyük sevaptır.
2- Bundan daha iyisi, haramları işleyeceği anda, Allahü teâlâyı hatırlayıp vazgeçmektir.

Rahata kavuşmak için
Sual:
Zikir ve gaflet ne demektir? Rahata kavuşmak için ne yapmak lazımdır?
CEVAP
Allahü teâlâyı anmak, yani zikir, kendini gafletten kurtarmak demektir. Gaflet, Allahü teâlâyı unutmak demektir. Her ne şekilde olursa olsun, kendini gafletten kurtarmak, zikir olur. O halde, dinin emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak zikirdir. Dinin emirlerini gözeterek yapılan alışveriş zikirdir. Çünkü, bunları yaparken, emirlerin, yasakların sahibi hatırlanmakta, gaflet gitmektedir.

Besmele çekmek, yürürken, otururken, dururken kelime-i tevhid, salevat-i şerife ve benzerlerini okumak da Allahü teâlâyı anmak, yani zikir olur. Gafil yaşamamalıdır! Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Ey iman edenler, Allah�ı çok zikredin!) [Ahzab 41]

(Beni
[taat ve ibadetle] anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin; nankörlük etmeyin.) [Bekara 152]

(Beni anan, şükretmiş olur, beni unutan da nankörlük etmiş olur.)
[Taberani]

Birkaç kişi herhangi bir iş için bir araya gelince, Allahü teâlâyı anmadan kalkmamalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bir yere toplanıp da Allahü teâlâyı anmadan kalkanlar, sanki eşek leşinden kalkmış gibi olur ve Kıyamette bunun üzüntüsünü duyarlar.) [Hâkim]

(Bir toplulukta Allahü teâlânın ismi anılmaz ve peygamberine salevat-ı şerife getirilmezse, kıyamette onlar, hasret ve nedamet çekerler.)
[Tirmizi]

Müslüman, itikadını düzelttikten sonra kul ve Hak borçlarını ödemeye gayret etmeli, fırsat buldukça her işte Allahü teâlâyı hatırlamaya çalışmalıdır! Bildiği dua ve tesbihleri okumalıdır! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Tenhada Allah'ı zikreden, küffar ile tek başına savaşan gibidir.) [Şirazi]

(Şunlara sahip olan, dünya ve ahiretin hayrına kavuşmuş demektir: Şükreden kalb, zikreden dil, uygun bir ev ve saliha bir kadın.)
[İbni Neccar]

(Dünya ve ahiret hayırlarına kavuşmak için, Allahü teâlâyı ananlarla beraber ol. Her fırsatta Allahü teâlâyı an. Allah için sev ve Allah için buğzet.)
[Ebu Nuaym]

Hadis-i kudside buyuruldu ki:
(Ya Musa, seninle beraber olmamı istersen, beni zikredenin yanında ol. Kim beni nerede ve ne zaman ararsa bulur.) [İbni Şahin]

Mahlûkatın tesbihi
Sual:
Canlı cansız her mahlûk Allah'ı tesbih edermiş, doğru mu?
CEVAP
Evet. Hayvanlar dahil olmak üzere, yerde ve gökte bulunan canlı-cansız bütün mahlûkatın Allahü teâlâyı tesbih ve zikrettiğini âlimler bildirmektedir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Yedi kat gök ve yer ve bunların içindekiler, Allah'ı tesbih eder. Hiçbir varlık yok ki, Onu hamd ile tesbih etmesin. Fakat onların tesbihini anlayamazsınız!) [İsra 44]

(Gökte olanlar, yerdekiler, kanatlarını çırparak uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı hep tesbih ediyorlar.)
[Nur 41]

(Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allahü teâlâyı tesbih etmektedir.)
[Hadid 1]

Mekr-i İlahi Ne Demektir

Sual: Al-i İmran ve Enfal suresinde, (ve mekeru ve mekerallah, vallahü hayrül makirin) = (Allah mekr [hile] yapanların hayırlısıdır) buyuruluyor. Allah'ın hile yapması ne demektir?
CEVAP
Mekr, hile yapmak, tuzak kurmak suretiyle zarar vermek demektir.
Mekr-i ilahi, Allahü teâlânın mekr [hile] yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezalandırması gibi anlamlara gelir. Cenab-ı hak, insanların yaptığı mekrden [hileden] münezzehtir, her istediğini yapmaya kadirdir, hâşâ hileye muhtaç değildir. Mekr-i ilahi, mekr yapanların mekrini bozmak suretiyle onlara mekrin kötülüğünü bildirmek ve bazılarının tevbelerine sebep olmak yönünden iyidir.

Mekr-i ilahi
için birkaç örnek:
1- Allahü teâlâ, Müslümanları, müşriklerin gözlerine az gösterdi. Onları Bedir'e getirdi Onlar da, Müslümanlara hücum ettiler. Ama hezimete uğrayıp, öldürüldüler. Bu bir mekr-i ilahi idi.

2-
Yahudiler, Hazret-i İsa'yı öldürmek için hile yaptılar. Allahü teâlâ da Hazret-i İsa'yı kurtarıp Yahudileri de felaketlere maruz bıraktı. Kralları Yahuda, Hazret-i İsa'yı öldürmek için evine bir münafık gönderdi. Hazret-i Cebrail ise daha önce gelip Hazret-i İsa'yı semaya kaldırdı. Münafık, Hazret-i İsa'yı bulamayınca dışarı çıktı. Cenab-ı hak o münafığı, Hazret-i İsa gibi gösterdi. Onlar da Hazret-i İsa sanıp o münafığı çarmıha gerip öldürdüler. Münafığı böylece cezalandırması da bir mekr-i ilahidir.

3-
Müşrikler, fesat ocağı olan Dar-ün nedve'de toplanarak, her gün yayılan İslamiyet'i durdurmak için çareler arıyorlardı. Kimi, Peygamber efendimizi ölünceye kadar bir zindanda hapsetmek, kimi bir deveye bindirilip Mekke'deki yurdundan çıkarıp sürgün için planlar düşünüyorlardı. Ebu Cehil ise, her kabileden seçilecek gençler tarafından kılıçlarla bir anda öldürülmesini teklif etmişti. Böylece kim öldürdüye gideceği, belli birine düşmanlık beslenemeyeceği fikri beğenilmişti. O gece bu plan uygulanacaktı. Ama Cebrail aleyhisselam, durumu Resulullaha haber vermişti. O da yatağına Allah'ın aslanı Hazret-i Ali'yi yatırarak şerefli evinden ayrılıp, en güvendiği arkadaşı Hazret-i Ebu Bekir ile birlikte hicret etmişti. Bunları takip eden kişinin atının ayaklarının kumlara batması ve mağaranın kapısına örümceğin ağ yapması gibi mucizeler görülmüştü. Bir âyet meali şöyledir:
(Habibim, hani kâfirler seni bağlayıp hapsetmek, öldürmek veya sürgün etmek için sana mekr ederken [tuzak kurarken] Allah da onlara mekr etti. [tuzaklarını boşa çıkardı.]) [Enfal30]

4-
Mekrin, azap anlamı da vardır. Bir âyet meali şöyledir:
(Hüsrana uğrayanlardan başkası mekr-i ilahiden [azab-ı ilahiden] emin olamaz.) [Araf 99]

5-
Haram işlemeye sebep olan harika işlere de mekr veya istidraç denir. Mesela Firavun'un ömründe hiç başı ağrımamıştır. Dişlerinin arasına et ve yemek artıkları girip rahatsız olmaması için dişleri çok sık idi. Atı ile yokuştan inerken atının ön ayakları uzardı. Kendinde böyle haller görünce, ben tanrıyım demişti. 19 cu bir kâfir de buna benzer haller olduğu için, o da ben peygamberim demişti.

6-
Mekrin istidraç manası da vardır. Yani Allahü teâlâ, bir kimseye bir müddete kadar hakkında hayırlı olmayan nimetler verir. Bunlar nimet gibi görünen musibetlerdir. Bir âyet meali şöyledir::
(Kâfirler, kendilerine çok mal ve evlat vermekle, iyilik ettiğimizi mi sanıyorlar? Hayır; işin farkında değiller. Bunların nimet değil, musibet olduğunu anlayamıyorlar.) [Müminun 55-56]

Demek ki, kâfirlere verilen dünyalıklar, hep felakettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. Onu bir an önce helake sürükler.

Kâfirin malına özenmek
Sual:
Müslümanlıkla ilgisi olmayan birçok kimse ve gayri Müslimlerden çoğu, mal mülk sahibi iken, birçok Müslüman yokluk ve sıkıntı içindedir. Allah kâfirlere niye bu kadar mal veriyor?
CEVAP
Müslüman, dünyayı, yani malı mülkü de ahiret için ister. Eğer bu mal, sonsuz olarak yaşayacağımız ahiret yurduna zarar verirse makbul olmaz. Bunun için Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Ya Rabbi, azdıran fakirlik ve azdıran zenginlikten, bunların vereceği fitneden sana sığınırım.) [Buhari, Müslim]

Demek ki, fakirlik de, zenginlik de fitne olabilir. Hakkımızda hangisi hayırlı ise onu istemelidir.

Âdet-i ilahi sebeplerle yaratmaktır, bu sebebe yapışan herkese istediği şeyi verir. Çalışmasını bilen kazanır.

İslamiyet, insanın ne yapacağına dair bildirilen kuralların toplamıdır. Bunları kâfir de uygularsa faydasını görür. Müslüman olarak uygulayan kimse de, ahirette de faydasını görür.

Kâfirlere mal mülk vermek onlara iyilik değildir. Bir âyet meali:
(Kâfirler, kendilerine çok mal ve evlat vermekle, iyilik ettiğimizi mi sanıyorlar? Hayır; işin farkında değiller. Bunların nimet değil, musibet olduğunu anlayamıyorlar.) [Müminun 55-56]

Allah indinde dünya malının zerre kadar kıymeti yoktur. Bir hadis-i şerif meali:
(Allah'a yemin ederim ki, bu dünyanın, Allah indinde sivrisinek kanadı kadar bir kıymeti olsa idi, kâfire bir yudum su vermezdi.) [Tirmizi, İbni Asakir]

Allahü teâlâ kâfirlere çok mal ve mülk verirdi. Ancak bütün insanlar, kâfirliğin makbul bir şey olduğunu, bu yüzden mala mülke sahip olduklarını zannederek hepsi kâfir olabilirdi. Bunun için her kâfiri zengin yapmadı. Yoksa hiçbir kâfiri dünyada fakir yapmazdı, hepsini mala mülke boğardı. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(Rabbinin rahmetini [Peygamber göndermesini] onlar mı paylaştırıyor? Dünya hayatında onların maişetlerini [gelir giderlerini] aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için [kimini âlim, kimini cahil, kimini zengin, kimini fakir, kimini sağlam, kimini zayıf, kimini âmir, kimini memur, kimini patron, kimini işçi yapmak suretiyle] birini diğerine üstün kıldık. [İşte ancak bu suretle aralarında kaynaşma ve birleşme hâsıl olur, âlem nizama kavuşur. Zenginin zenginlik yönünden bir üstünlüğü olmadığı gibi, fakirin fakirlik yönünden bir eksikliği yoktur. İnsanlar arasında yalnız rızıkta değil, ilimde, cehalette, iyilikte, kötülükte, kuvvette, zayıflıkta, vs.de farklılık vardır. Eğer her hususta eşitlik olsaydı kimse kimseye hizmet etmez, dünyanın nizamı bozulur, âlem harap olurdu. Bunlarda bile onların hiç bir rolü yoktur. Nerde kaldı ki peygamber göndermekte yetkileri olsun.] Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. Eğer insanlar [kâfirliğe imrenerek, hepsi kâfir] bir tek millet haline gelmeyecek olsaydı, Rahman olan Allah'ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri, odalarının kapılarını, üzerine yaslanacakları tahtları hep gümüşten yapar, onları altın ziynetlere boğardık. Bunların hepsi dünya hayatının geçici menfaatlerinden başka şey değildir. Ahiret saadeti ise, Rabbinin katında Ona karşı gelmekten sakınanlaradır.) [Zuhruf 32-35]

Allah Cennette Görülecektir

Sual: Cennet nimetleri yalnız bedene mi olacaktır? Müminler ahirette ve Cennette Allahü teâlâyı görecekler mi?
CEVAP
Cennet nimetlerini, lezzetlerini yalnız bedenin lezzeti zannetmek yanlıştır. Dünyada yükselmeye başlayan bir ruh, bedenden ayrılınca, kıyamete kadar, her an yükselmeye devam eder. Cennette beden, sonsuz kalabilecek evsafta dünyadakinden bambaşka özellikte var olacaktır. Yükselmiş olan ruh, bu ceset ile birleşerek kıyamet hayatı başlayacaktır. Cennette, bedenin ve ruhun çok farklı nimetleri, lezzetleri olacaktır. Yüksek olanlar, Cennette de ruhun lezzetlerine önem vereceklerdir. Ruhun lezzeti, bedenin lezzetlerinden çok farklı ve çok fazla olacaktır. Ruhun lezzetlerinin en tatlısı, en yükseği de, Allahü teâlâyı cemal sıfatı ile görmek olacaktır.

Cennet lezzetlerinin tadını alabilmek için, önce acı, sıkıntı çekmek lazım değildir; çünkü Cennetteki bedenin yapısı, dünyadaki gibi değildir. Dünyadaki beden, yok olacak bir halde yaratıldı. Takriben yüz sene dayanacak kadar sağlamdır. Cennetteki beden ise, sonsuz kalacak, hiç yıpranmayacak sağlamlıktadır. Aralarındaki benzerlik, insan ile aynadaki hayali arasındaki benzerlik gibidir. İnsan aklı, kıyametteki varlıkları anlayamaz. Akıl, his organları ile duyulanları ve bunlara benzeyenleri anlayabilir. Cennet nimetlerini, lezzetlerini, dünyadakilere benzetmek, onlar üzerinde mantık, fikir yürütmek insanı, yanlış sonuçlara götürür. Bilinmeyen şeylerin, bilinen şeylere benzetilmesi batıldır.

Allahü teâlâyı, dünyada baş gözü ile görmek caiz ise de, kimse görmemiştir. Peygamber efendimiz Miracda, ahirete giderek görmüştür.

Allahü teâlâ, kıyamette, mahşer yerinde, kâfirlere kahır ve celal ile, yani azap edici olarak; salih müminlere ise, lütuf ve cemal ile yani büyük bir nimet, büyük bir zevk olarak görünecektir. Cennette de, cemal sıfatı ile görünecektir.

Müminlerin ahirette, Cennete girmeden önce de, girdikten sonra da Allahü teâlâyı görecekleri Kur'an-ı kerimde açıkça bildiriliyor:
(Kıyamet günü ışıl ışıl parlayan yüzler, [müminler] Rablerine bakacaklardır.) [Kıyamet 22, 23]

Meşhur bir hadis-i şerif meali de şöyledir. Peygamber efendimiz, ayın on dördüncü gecesi, parlayan dolunaya bakıp buyurdu ki:
(Gökteki şu ayı nasıl net görüyorsanız, [siz müminler Cennette] Rabbinizi, böyle açıkça göreceksiniz.) [Buhari, Müslim, İbni Mace, Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İ. Ahmed, İbni Huzeyme, İbni Hibban]

Yunus suresinin, (Güzel amel edenlere, hüsna [Cennet] ve ziyadesi de vardır) mealindeki 26. âyet-i kerimesindeki ziyade kelimesini Resulullah efendimiz rüyet [Allahü teâlâyı görmek] olarak açıklayıp, (Dolunayı gördüğünüz gibi kıyamette Rabbinizi açıkça görürsünüz) buyurdu. (Buhari)

Kâfirler, cemal sıfatı ile görme nimetinden mahrum kalacaklardır. Bir âyet meali şöyledir:
(Onlar [kâfirler] o gün Rablerini [cemal sıfatı ile] görmekten mahrumdur.) [Mutaffifin 15]

Allahü teâlâyı cemal sıfatı ile görmek büyük nimettir. Cennetteki bütün nimetlerden daha üstündür. Kâfirler ise, Cennete giremeyeceği için bu büyük nimetten mahrum kalacaklardır. Kâfirler, ahirette Allahü teâlâyı kahır sıfatı ile göreceklerdir, ancak bu görme bir nimet değil, büyük bir azap olacaktır.

İmam-ı Şafii, imam-ı Malik hazretleri gibi mezhep sahibi büyük âlimler, (Bu âyet-i kerime, müminlerin Allahü teâlâyı cemal sıfatı ile göreceklerine bir delildir. Çünkü öyle olmasaydı, Kâfirler göremeyecek buyurulmazdı) demişlerdir. Hiç kimse denmiyor, kâfirler göremeyecek buyuruluyor. (Hazin)

Araf suresinin 143. âyet-i kerimesinde, Musa aleyhisselamın Allahü teâlâyı görmek istediği bildirilmektedir. Bu da Allahü teâlânın görüleceğinin delilidir; çünkü bir peygamberin, imkansız olan şeyi Allahü teâlâdan istemesi abes, hatta cahillik olurdu. Allahü teâlâ hakkında caiz olan ve olmayan şeyleri bilmemek ise peygamberliğe aykırıdır.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Ehl-i sünnet âlimleri, sözbirliği ile "Allahü teâlâ dünyada görülmez" buyurdu. (1/283)

Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri buyuruyor ki:
(Dünyada Allahü teâlâyı gördüm diyen zındıktır. Evliyanın kalb gözü ile görmesi rüyet değildir. Onlara şühud hasıl olmaktadır.) (İtikadname)

İmam-ı Gazali hazretleri de, (Allahü teâlâyı dünyada görmek mümkün olmaz) buyuruyor. (İhya)

Dünyada Allahü teâlâyı görmek imkânsız olduğu için Hazret-i Âişe, (Resulullahın Allahü teâlâyı gördüğünü söyleyen yalan söylemiş olur) buyurmuştur. (Buhari)

İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid-i Bağdadi, Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri gibi büyük zatlar ise, Peygamber efendimizin Miracda Allahü teâlâyı gördüğünü, ancak bunun dünya görmesi ile değil, ahiret görmesi ile görmek olduğunu bildirdiler.

Fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehid ve evliyanın büyüklerinden Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri buyuruyor ki:
Biz, Resulullahın Mirac gecesi Allahü teâlâyı görmesinin baş gözü ile olup, kalble ve rüyada olmadığına iman ederiz. Zira Cabir bin Abdullah, Peygamber efendimizin Necm suresinin (Andolsun Onu, Sidretü'l-Münteha'nın yanında önceden bir defa daha görmüştü) mealindeki 13 ve 14. âyet-i kerimeleri üzerine (Elbette Rabbimi gördüm), (Ben sidretü'l-müntehada Rabbimi gördüm. Öyle ki, ilahi vechinin nuru, benim için zahir oldu) buyurduğunu bildirmiştir.

Allahü teâlâ Mirac gecesinde kendisini habibine aynen göstermiş olduğunu, İbni Abbas hazretleri İsra suresinin tefsirinde bildiriyor. Ve yine İbni Abbas hazretleri buyurdu ki:
Mirac gecesinde Resulullah, Allahü teâlâyı iki defa dünya gözü ile görmüştür. Hullet Hazret-i İbrahim için, kelam Musa aleyhisselam için, rüyet de Muhammed aleyhisselam için olmuştur. (Gunye) [Hullet, dostluk, Kelam, konuşma, Rüyet, baş gözü ile görme demektir.]

İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
O Server, Mirac gecesinde Rabbini dünyada değil, ahirette gördü. Çünkü o Server, o gece, zaman ve mekân çevresinden dışarı çıktı. Ezeli ve ebedi bir an buldu. Başlangıcı ve sonu bir nokta olarak gördü. Cennete gideceklerin, binlerce sene sonra, Cennete gidişlerini ve Cennette oluşlarını, o gece gördü. İşte o makamdaki görmek, dünyada görmek değildir. Ahiret görmesi ile görmektir. Bu görmeyi dünyada gördü demek de mecaz olarak söylenmiştir. Dünyadan gidip gördüğü ve yine dünyaya geldiği için dünyada gördü denilmiştir. (1/283)

Allahü teâlâ, dünyada görülmez. Bu dünyada bu nimet nasip olsaydı, herkesten önce Hazret-i Musa görürdü. Peygamber efendimiz Miracda bu devletle şereflendi ise de, bu dünyada değildi. Cennete girip oradan gördü. Yani ahirette görmüş oldu. Dünyada iken, ahirete karıştı ve gördü. (3/17)

Necm suresinin, (Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı) mealindeki 17. âyet-i kerimesini imam-ı Rabbani hazretleri, (Mirac gecesinde, gözü Allahü teâlâdan hiç ayrılmadı) diye açıklamakta ve Allahü teâlâyı ahirette dünya gözü ile gördüğünü bildirmektedir. (1/129)

Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri buyuruyor ki:
Resulullah, Allahü teâlâyı Miracda gördü. Ancak bu görmesi dünyadaki görmek gibi değil idi. (İtikadname)

Rüyada görmek, dünyada görmek değildir. Peygamber efendimiz, Allahü teâlâyı rüyada gördüğünü Camiussagir'deki hadis-i şerifte bildirmektedir. İslâm âlimlerinden de rüyada görenler olmuştur.

İmam-ı Nevevi hazretleri, (Enam suresi 103. âyetindeki Ona gözler erişemez demek, Onun zatının hakikatini gözler idrak ve ihata edemez demektir. Yoksa rüyet haktır) buyuruyor.

Bid'at fırkalarından bazıları, (Enam) suresinin 103. âyetini delil getirerek, (Ona gözler erişemez) âyetine göre dünyada ve ahirette Allah'ı görmek imkânsızdır dediler. Bunun yanlış olduğunu, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler bildiriyor. (Beydavi)

İmam-ı Rabbani hazretleri, Enam suresinin 103. âyetini açıklarken buyuruyor ki:
Müminler, ahirette ve Cennette Allahü teâlâyı göreceklerdir. (3/44 ve 90)

İmam-ı A'zam hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ ahirette görülecektir. (Fıkh-ı ekber)

Kur'an-ı kerimde, (Dünyada kör olan, ahirette de kör olur) buyurulması, kâfirler içindir. Müminler, ahirette Allahü teâlâyı görecektir. (Berika)

Dünyada imandan mahrum olan, ahirette de rüyetten mahrum olur. (Medarik)

Müminler, ahirette, Cennete girmeden önce de, girdikten sonra da, Allahü teâlâyı göreceklerdir. (Nuhbet-ül-Leali)

Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile, (Allahü teâlâyı müminler görür, fakat Cehennemde kâfirler göremez) buyuruyor. Ahirette Allahü teâlânın görüleceğinde icma vardır. Bunu inkâr edenler diyor ki:
(Görmek için beş şart gerek: Görünen şey bir yerde olmalı, bir tarafta olmalı, karşısında olmalı, çok uzak ve çok yakın olmamalı ve gözden çıkan şualar o şeye ulaşmalı! Bakan ile bakılan şey arasında ışık olmak da şarttır. Bu şartlar Allah için söylenemez ve görmek imkânsız olur.)

Bu şartlar dünya ölçüleri ile ilgilidir. Ahiret işleri, dünya işlerine hiç benzemez. Dünyanın batısında olan bir kör, Allahü teâlânın kudreti ile dünyanın doğusundaki bir karıncayı görür. Allahü teâlânın kudretinden şüphe edilmez.

Ayrıca, ahirette, cisim olarak görülecek, sınırlı görecek diyen hiçbir Ehl-i sünnet âlimi yoktur.

Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ dünyada anlaşılmadan bilindiği gibi, ahirette de anlaşılmadan görülecektir. (Tekmil-ül-iman)

İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Müminler, Cennette Allahü teâlâyı cihetsiz ve keyfiyetsiz ve hiçbir şeye benzetmeyerek ve misali olmayarak görecektir. (1/266)

Her zaman görülecek mi?
Sual:
Cennete giren müminler Allahü teâlâyı istedikleri her zaman görebilirler mi?
CEVAP
Tecelli genel ve özel olmak üzere iki kısımdır:
Genel tecelli bir Cuma günü kadar olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ Cennet ehline her Cuma günü tecelli eder.) [Cami-us-sagir]

Özel tecellide Cennettekiler eşit değildir. İlim ve ameldeki olgunluklarına göre görürler. En yüksek derecede olanlar, her zaman müşahede ederler. (Feraid-ül-fevaid)

Cennette görmek ne demek?
Sual:
Abdurrahim Semerkandi, Füsul-i imadi fıkıh kitabında diyor ki: (Bir kimse, Allah'ı Cennette görüyorum derse kâfirdir. Cennetten görüyorum derse kâfir değildir. Zira birincisinde Allah mekâna nispet edilmiştir. (Cennetten görüyorum) sözündeki maksat, (Allah Cennette olacağı için, Onu Cennette görürüm) ise yine kâfirdir.)
Okuduğum diğer kitaplarda ise, (Cennette Allah görülecektir) deniyor. Bu nasıl küfür olur?
CEVAP
Bir kere tercüme Türkçe'ye uygun değil. Cennette veya Cennetten görüyorum denmez. Çünkü henüz Cennete gitmedi ki öyle bir şey desin. Cennette veya Cennetten görülecek der.

Tercüme düzgün değil, maksat açık anlatılamamış. Ahirette, mahşerde Allahü teâlâ görülecektir. Bu demek hâşâ, (Allah ahirettedir, mahşerdedir) demek değildir. Allah Cennette de görülecektir. Cennette müminlere hitap edecektir. Böyle söylemek de hâşâ, (Allah, Cennettedir) anlamında değildir. Allah mekândan münezzehtir. (Allah, Cennettedir, ahirettedir, dünyadadır, kâinattadır, Arştadır) gibi sözlerin hepsi yanlıştır. Cennette mekândan münezzeh olarak görülecektir.

Cennetten görülecek derken, bir yönden görülecek demek de aynı şekilde caiz değildir. O da mekân tayin edilmiş olur. Din kitapları diyor ki:
Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihatasız, yani bir şekilde olmayarak görecektir. Allahü teâlâyı ahirette görmeye inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünkü, Onu görmeyi akıl anlayamaz. İnanmaktan başka çare yoktur. Felsefecilere ve Mutezile'ye ve Ehl-i sünnetten başka bütün fırkalara yazıklar olsun ki, kör olduklarından, buna inanmaktan mahrum kaldılar. Görmedikleri, bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeye kalkarak iman şerefine kavuşamadılar. (Mektubat-ı Rabbani 2/67)

Allahü teâlâyı müminler Cennette görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur. (Mektubat-ı Rabbani 3/17)

Allahü teâlâ, Cennette mümin kullarına (Kullarım, Benden daha ne istersiniz ki vereyim) buyuracak, Cennette, mekândan münezzeh olduğu halde cemalini gösterecektir. (Miftah-ül cenne)

Kıyamette, mahşer yerinde, kâfirlere, kahr ve celal ile; salih müminlere ise, lütuf ve cemal ile görünecektir. Müminler, Cennette, cemal sıfatı ile görecektir. (İtikadname - Mevlana Halid-i Bağdadi)

Tefviz Şiirinin Açıklaması

Sual: Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin Tefvizname isimli şiirini anlamakta güçlük çekiyorum. Açıklar mısınız?
CEVAP
Şiir açıklamak çok zordur. Bu şiirde tefviz işleniyor. Tefviz, her şeyin Allah'ın takdiri ile olduğuna inanmak, işlerini Allahü teâlâya havale etmek, Onu kendine vekil yapmak, Ona tevekkül edip güvenmek, Ondan gelene güzelce sabretmek demektir. Bu zor ise de çok kıymetlidir. Tevekkülün zirvesine çıkan İbrahim aleyhisselam, ateşe atılırken bile tevekkülünü bozmadı.

Şiir şöyle başlıyor:
Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Arif onu seyr eyler

Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.

Şöylece de sona eriyor:
Vallahi güzel etmiş,
Billahi güzel etmiş,
Tallahi güzel etmiş

Allah görelim netmiş
Netmişse güzel etmiş.

Şimdi baştan sıra ile açıklayalım:
1- Allahü teâlânın; kötü işin neticesini hayra çevirdiği çok görülmüştür. Arif olan bunu kolayca anlar. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.)[Bekara 216]

Bir misal verelim: Hudeybiye anlaşmasına göre, bir kâfir Müslüman olursa, Müslümanlar bunu aralarına alamayacaklar, fakat Müslüman olduktan sonra tekrar kâfir [mürted] olanı ise, müşrikler tekrar saflarına alacaktı. Görünüşte bu anlaşma Müslümanların aleyhine idi. Peygamber efendimiz, neticeyi peygamberlik nuru ile görüp imzaladı. Anlaşma Müslümanların lehine neticelenince, müşrikler, anlaşmayı bozmak zorunda kaldılar. (M. Ledünniyye)

Üniversitede bir yıl sınıfta kalmak birkaç yönden zararlıdır. Memuriyet hayatına bir yıl sonra girilir. Bir yıl sonra emekli olunur. Bir yıllık maaştan mahrum kalınır. Bir yılı kaybetmiş olur.

Yakından tanıdığım bir arkadaş, sınıfta kalınca üzülür. Fakat o yıl yeni arkadaşlarla tanışır. Eyyamcı olan bu genç, o arkadaşlarının sayesinde iyi bir Müslüman olur. Sınıfta kalması onun için büyük bir nimet olur.

Yakışıklı bir genç felç olur. Felç olduktan sonra ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okur. Dinini doğru olarak öğrenir ve yaşamaya başlar. Hâlbuki önceden dinden imandan habersiz yaşıyordu. Hiçbir nasihat de kâr etmiyordu. Şimdi bu nimete kavuşmasına sebep olan felç hastalığı için Allahü teâlâya devamlı hamd eder.

Demek ki, (Hoşlanmadığımız bir şey bizim için hayırlı) olabiliyor. İnsan, bir işin sonucunun iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayır zannettiği çok şey, şerle, şer zannettiği çok şey de, hayırla neticelenebilir. Bunun için bir işte ısrar etmemelidir.

2-
Tevekkül edip işlerini Allah'a havale eden ve sonucu sabırla bekleyen Müslüman, rahat eder. İkinci üçlükte tevekkül, tefviz, sabır ve rıza var.

Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan acı olayların, ezelde takdir edildiğini bilip, üzülmemek, Allah'tan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır.

Başa gelen işe sabredilirse ecri görülür. Sabredilmezse, günaha girilir ve sıkıntıya düşülür. Sabır, tökezlemeyen binektir. Sabır, acı ise de meyvesi tatlıdır.

Sabır üç çeşittir:
Belaya sabır, din bilgilerini öğrenirken ve ibadet yaparken sabır, günah işlememek için sabır. Sabrın önemi büyüktür. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:

(Sabretmekte yarış edin!) [Al-i İmran 200]

(Allah sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153]

(Sabredenlere, mükâfatları hesapsız verilir.) [Zümer 10]

Bir hadis-i şerif meali:
(Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.) [Deylemi]

3-
Kalbini Ona bağla, her şey takdirledir. Tedbir takdiri bozamaz. Tedbirli ol; fakat tedbirine güvenme!

4-
Merhametle yaratan, bol rızık veren Hak teâlâ, tevekkül edenin her işini en iyi şekilde yapar.

5-
Hacetleri bitiren Allah'a yalvar, Ondan kaçma! Nefsine uyup başkasına el açma!

6-
İlle de şu iş şöyle olsun deme! Eğer o iş, istemediğin şekilde olmuşsa, hiç üzülme, Hakkın takdirine razı ol!

7-
Boş yere üzülme, her iş Haktandır, öyle olmasında sayısız hikmet vardır.

8-
Allahü teâlânın her işi düzgündür, aklımız almasa da hepsi uygundur.

9-
İşini Hakka bırak, uzakları çok yakın, yakını eder ırak,

10-
Onun işinde hata olmaz. Onun emrine uymayan yanar. Yeter ki sabretmeyi bil.

11-
Bu işler niye böyle deme. Bunlar her zaman böyle. Mühim olan işin sonudur.

12-
Nefsine uyup da, hiç kimseyi hor görme, kalbini kırma! Bağırıp çağırma!

13-
Müminde hile olmaz, fitne çıkarmaz. Ondan zarar gelmez. Arife tarif olmaz.

14-
Onu vekil edip kadere razı olarak güzel sabretmek hoş, bundan gayrısı boş.

15-
Allahü teâlâ, kendisini anana, imdat diyene yardım eder.

16-
Çaresiz kalsan, yazdırır ferman, hemen bulunur derdine derman, köle iken olursun sultan.

17-
Kâh ağlatır, kâh güldürür. Kimini yaşatır, kimini öldürür. Yaratmakla yorulmaz, hikmetinden sorulmaz.

18-
Nimet verir ve alır, zarar ve fayda verir, alçaltıp yükseltir.

19-
Kalbleri değiştirir, kimini susuz bırakır, kimine kevser içirir, herkesi değişik bir imtihandan geçirir.

20-
Kimini huysuz yapar, kimine güzel huy verir, kimini sevip sevdirir.

21-
Kimini çok renkli, kimini renksiz, kimini gamlı, kimini gamsız yapar.

22-
Az yiyip içen az uyur, hantallıktan kurtulur, zihni açılır, rahmet saçılır.

23-
Herkesle gezme, dostunu üzme, Hak sese ver kulak, nefsin gibi olma ahmak.

24-
Maziyi bırak, istikbale de dalma, hep bugünü de düşünme!

25-
Tembelliği söküp at, Allah'ı eyle hep yâd, rıza-i Haktır maksat.

26-
Kötüdür gaflet, agâh ol gayet, arayan bulur Mevlayı elbet.

27-
Her sözden öğüt al, her şeydeki güzelliği gör, bunlar sana ganimet.

28-
Allah'ın ihsanı olarak sonsuz kurtuluşu müjdeleyen birçok işaret var.

29-
Söyleyene değil, söyletene bak, her sözden faydalan ibret alarak

30-
Hakkın rızasına kavuşmak için, edep ve güzel ahlak sahibi olmak gerekir.

Son mısralarda, Allahü teâlânın, her şeyi güzel yarattığı, akrep, yılan, fare gibi zararlı hayvanları yaratmasında, birçok hikmet bulunduğu, yerde ve göklerde faydasız hiç bir şey yaratmadığı, üç defa yemin edilerek kesin bir şekilde bildirilmektedir.

İnsanlara İhtiyacını Söylemek

Sual: İhtiyaçlarını insanlara bildirmemeli deniyor. Bildirilmeyince insanın ihtiyacı nasıl karşılanır ki?
CEVAP
Birinci sualde, ihtiyaçların karşılanmasını Allahü teâlâdan değil de, insanlardan beklemek kast ediliyor. Hadisi şerifte, (İnsan, ihtiyaçlarını, Allaha havale ederse, ihtiyaçlarını [meydana getirecek sebepleri] ihsan eder) buyuruldu. Mesela, herkesin ona merhamet ve hizmet etmesini temin eder, böylece ihtiyaçları görülmüş olur. Mesela, herkesin sana merhamet ve hizmet etmesini temin eder. Başka bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

(İnsan, ümit bağladığı yere havale edilir. Eğer Allahtan başkasına ümit bağlamazsa, Allahü teâlâ da onun işini kendi üzerine alır, başkasına havale etmez.) [Hâkim]

Kim Allah için ise, Allah da onun içindir. Allahü teâlâ, her işte rıza-i ilahiyi düşüneni kendi himayesine alır. İnsanların rızasını gözetip, Rabbimizin rızasına uymayanların işini insanlara bırakır.

Yahya bin Muaz Razi hazretleri buyuruyor ki:
İnsanlar seni, Allah'ı sevdiğin kadar sever. Allah'tan korktuğun kadar, senden korkarlar. Allah'a itaat ettiğin kadar, sana itaat ederler. Ona itaatin nispetinde, sana hizmet ederler. Hülasa, her işin, Onun için olsun! Yoksa hiçbir işinin faydası olmaz. Hep kendini düşünme! Allahü teâlâdan başka, kimseye güvenme!

Ebu Muhammed Raşi hazretleri buyuruyor ki:
Kendin ile Allahü teâlâ arasında en büyük perde [engel], hep kendi menfaatini düşünmek ve kendin gibi, bir acize güvenmektir. Sofilik, istediğin her yere gidebilmek ve bulutların gölgesinde rahat etmek ve herkesten hürmet görmek değildir. Her halinde Allahü teâlâya güvenmektir.

Önce Allah'a, sonra sana
Sual:
Birine bir şey verirken yahut çocuğunu bırakırken, (Önce Allah'a, sonra sana emanet ediyorum) demek caiz midir? (Allah'a pek güvenmiyorum, onun için sana da emanet ediyorum) anlamı çıkmaz mı?
CEVAP
Müslüman, o manada söylemez. Emanet edilecek asıl yerin, Allahü teâlâ olduğunu bilir. Zaten bu sözüyle bunu bildiğini ve buna iman ettiğini de bildiriyor, ayrıca bu kıymetli bilgiyi karşısındakine de hatırlatıyor, yani sen de bunu unutma demeye getiriyor.

(Deveni bağla, sonra Allahü teâlâya tevekkül et) hadis-i şerifi, sebeplere yapıştıktan sonra, neticesini Allah'a bırakmak gerektiğini bildiriyor. Birisine çocuğunu emanet etmek, deveyi bağlamak gibidir. Deveyi bağlamadan Allah'a emanet etmek, tevekküle aykırıdır.

(Önce Allah'a, sonra sana emanet ediyorum) demek, (Bunu sana emanet ediyor, Allah'a da tevekkül ediyorum) demektir. Yoksa (Allaha güvenmediğim için, sana emanet ediyorum) demek değildir.

Allah bes, bâki heves ne demektir?

Bes, kâfi, yeter, yetişir demektir. Bâki, kalan demektir. Heves ise, nefsin isteği, geçici arzu demektir. Allah bes diyen, Allahü teâlâya tevekkül etmiş olur. Tevekkül, vekil etmek, işini başkasına havale etmektir. Istılahta ise, Allah'a güvenmek, Ona dayanmaktır.

Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan acı olayların, ezelde takdir edildiğini bilip, üzülmemek, Allah'tan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır. Allah bes diyen, [Ona tevekkül eden] yani onu vekil eden kurtulur. [Vekil: koruyucu, gözetleyici, bakıcı, yardımcı.]

Bes Farsçadır. Allah bes ifadesinin Arapçası, Hasbiyallah demektir. Hasbiyallah, Allah bana yetişir demektir. Hasbiyallahü ve ni'mel vekil ise, Allah bana yetişir, O, güvenilip dayanılan ne güzel vekil, demektir. Hasbünallahü ve ni'mel vekil ise, Allah bize yetişir, O, güvenilip dayanılan ne güzel vekil, demektir. Kur'an-ı kerimde, cesur müminlerin, (Hasbünallahü ve ni'mel vekil) dedikleri bildiriliyor. (Al-i İmran 173)

Allahü teâlâ, Peygamber efendimize buyuruyor ki:

(Sana hile yapmak isterlerse, Allah sana kâfidir.)
[Enfal 62]

(
[Ey resulüm, senden] yüz çevirirlerse, "Hasbiyallahü la ilahe illa hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbül arşil azim" de! = Allah bana kâfidir, Ondan başka ilah yoktur, ben sadece Ona güvenir, Ona dayanırım. O büyük Arşın sahibidir.) [Tevbe 129] (İlla hüve kelimesinde durulursa, illa hü diye durulur.)

(De ki:
Hasbiyallahü aleyhi yetevekkel-ül-mütevekkilün= Bana Allah yeter, güvenip dayanacaklar, ancak Ona güvenip dayanırlar.) [Zümer 38]

(Allah'a dayan; vekil olarak Allah sana yeter.)
[Nisa 81]

(Tevekkül edene Allah kâfidir.) [Talak 3]

(Müminlere, "Düşmanlarınız, size karşı asker topladı; onlardan sakının" denildiğinde bu, onların imanlarını arttırdı ve
"Hasbünallahü ve ni'mel vekil" dediler.) [Al-i İmran 173]

Zümer suresinin 36. âyetinde mealen, (Allah kuluna kâfi değil mi) buyuruluyor. Evet, (Allah bes) demeliyiz. Böyle kimseye de şeytan musallat olamaz. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(İman edip de yalnız Rablerine tevekkül eden kimselere şeytan hâkimiyet kuramaz.) [Nahl 99]

Her Müslümanın Allahü teâlâya tevekkül etmesi farzdır. Tevekkül imanın şartıdır. Çünkü âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Eğer imanınız varsa, Allah'a tevekkül ediniz!) [Maide 23]

Bir insan için en büyük makam, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmaktır. O halde tevekkül etmek gerekir. Çünkü Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(Allah, tevekkül edenleri elbette sever.) [Al-i İmran 159]

(Dünya hayatında size verilen nimetler geçicidir. İman edip, Rablerine tevekkül edenler, Ona güvenip dayananlar için, ahirette verilecek Allah'ın indindeki mükâfat ise, dünya nimetlerinden daha hayırlı ve daha süreklidir.)
[Şurâ 36]

Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:

(Hasbiyallahü ve ni'mel vekil sözü her korku için bir emniyettir.) [Deylemi]

(Sabah akşam 7 kere,
"Hasbiyallahü la ilahe illahü, aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabb-ül arşil azim" okuyan, dünya ve ahiret sıkıntısından kurtulur.) [İbni Sünni]

(Bunu on defa okuyanın sıkıntısını Allahü teâlâ giderir.)
[Şir'a]

(Sıkıntılı iken "Hasbünallahü ve ni'mel-vekil"deyiniz!) [İbni Merdeveyhi]

(Tedbir almakta acizlik gösterme! Tedbire rağmen bir işe gücün yetmezse,
"Hasbiyallahü ve ni'mel-vekil" de!) [Buhari]

(İbrahim aleyhisselam ateşe atılırken, "Hasbiyallahü ve ni'mel vekil"[Bana Allah'ım yetişir, O ne iyi yardımcıdır] dedi.) [Hatib]

Kur'an-ı kerimde de aynı şey bildiriliyor:
(De ki, Allah bana kâfidir.) [Zümer 38]

Allahü teâlâdan başka güvenilecek, dost edinilecek hiç kimse, hiçbir şey yoktur. Allahü teâlâdan başkasına sığınmak, örümcek ağına sığınmaya benzetilmiştir. Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Allah'tan başka dost edinenin hali, örümceğin durumuna benzer. Hâlbuki barınakların en çürüğü örümcek yuvasıdır.) [Ankebut 41]

O halde Allah bes [hasbiyallah] demek ve bu sözde İbrahim aleyhisselam gibi durmak gerekir.

Bâki heves, masivadır, Allah'tan gayrı şeylerdir. Allah'tan gayrı şeylerle uğraşmak ise faydasız işle vakit geçirmektir. Hadis-i şerifte, (Bir kimsenin faydasız işle vakit geçirmesi, Allahü teâlânın, onu sevmediğine alamettir) buyuruldu. (Mek. Rabbani)

On cümle
Muhammed bin Hişâm anlatır: Ma'rûf-ı Kerhî bana; "Sana; dünya ve ahiret saadeti için on cümle öğreteyim. Böyle dua edenin duası kabul olur"dedi. "Yazayım mı"dedim. "Hayır, Behr bin Hâris nasıl tekrar ederek bana öğrettiyse, ben de aynı şekilde sana öğretirim" diyerek şu hadisi bildirdi:

(Her namazdan sonra [dua ederken], şu on cümleyi söyleyenin dualarını Allahü teâlâ kabul eder:
1- Dinim için Allah bana kâfidir.
2- Dünyam için Allah bana kâfidir.
3-
[İki cihan] endişelerim için Allah bana kâfidir.
4- Haset eden için Allah bana kâfidir.
5- Bana haksızlık eden için Allah bana kâfidir.
6- Kötülük etmek isteyen için Allah bana kâfidir.
7- Ölüm anında Allah bana kâfidir.
8- Kabirde Allah bana kâfidir.
9- Mîzanda Allah bana kâfidir.
10- Sıratta Allah bana kâfidir.
Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah bana kâfidir. Ona tevekkül eder, Ona yalvarırım.)
[Nevadir-il Usul, Hakîm-i Tirmizi]

Kendine Güvenmek Uygun mu?

Sual: Kişisel gelişim ile ilgili yazılarda, kitaplarda, (Kendinize güvenin) deniyor. Kendine güvenmek, uygun mu?
CEVAP
Müslüman, nefsine [kendine] değil, Allahü teâlâya güvenmelidir. Yani, her konuda, elinden geldiği kadar çalışmalı, sebeplere yapışmalı; fakat sebeplerin tesirini Allahü teâlâdan beklemelidir. Tevekkül de, bu demektir.

İslam âlimleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ, yalnız Allaha güvenenin, her dileğini ihsan eder.

Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ, yalnız Rabbine güvenenin, her dilediğini verir ve bütün insanları buna yardımcı yapar.) [F. Bilgiler]

Ebu Muhammed Abdullah Raşi, buyuruyor ki:
Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde, kendine veya kendisi gibi aciz olan bir kula güvenmesidir. (Mektubat-ı Masumiyye)

İslamiyet, tevekkülü emreder, tembelliği men eder. Bir hadis-i şerif meali:
(Deveni bağla ve sonra Allahü teâlâya tevekkül et!) [İbni Asakir]

Bu hadis-i şerif, hem tevekkül etmek, hem de çalışmak lazım olduğunu açıkça bildiriyor. Tevekkül, Allah'tan yardım bekleyerek, güçlükleri yenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Bir işe başladığın zaman, Allahü teâlâya tevekkül et, Ona güven!) [Âl-i İmran 159]

Bu âyet-i kerime, tevekkül ile beraber, yalnız çalışmak değil, çalışmanın üstünde olan, azmin de gerekli olduğunu gösteriyor. Demek ki, her Müslüman çalışacak, azmedecek, sonra da, Allahü teâlâya güvenecektir.

Tevekküle inanmayanlar, tevekkülden alınan kuvvet ve cesaretin yerini boş bırakmamak için, "kendine güvenmek"ifadesi ile, bu ihtiyacı karşılamaya çalışıyorlar. Bu da gösteriyor ki, tevekkül edilecek, güvenilecek bir yer lazımdır. O da, sadece, Allahü teâlâdır. Bir âyet-i kerime meali:
(De ki: Allahü teâlâ, dilemedikçe, kendime hiçbir fayda ve zarar getirmeye, kâdir değilim.) [Araf 188]

Bu âyet-i kerime ve daha nice benzerleri var iken, tevekkülü kaldırarak, kendine güvenmek diye bir şey aramak yanlıştır. Kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir şeydir. Bundan başka, egoistliğe, kendini beğenmeye yol açar.

Tevekkülde, başkasının yardımına güvenmeyip, yalnız Allah'a sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, kendine güvenmekten beklenilen kuvvetten kat kat fazla kuvvet hasıl olmaktadır. Kendine güvenen, kimsesizdir. Tevekkül eden, Müslümanın, kendi çalışmasından başka, Allah'ı vardır. Bu tükenmez kaynaktan kuvvet almaktadır. Tevekkül eden Müslüman, hem bütün kuvveti ile çalışmakta; hem de, kazancını kendinden bilmek gibi egoistliğe düşmemektedir. (Faideli Bilgiler)

Sebeplere Güvenmek Gerekir mi?

Sual: Tam İlmihal'de, (Bir kimse, hareketlerde, işlerde, Allahü teâlâdan başkasının tesir ettiğini düşünse, bu kimsenin tevhîdi, noksan olur. Eğer, hiçbir sebep lazım değildir dese, İslamiyet'ten ayrılmış olur. Eğer sebepleri araya koymak lazım değildir derse, akla uymamış olur. Lazımdır derse, sebepleri hazırlayana tevekkül etmiş olur ki, bu da tevhidde noksanlık olur) deniyor. Burasını anlayamadım. Sebeplere güvensek de, güvenmesek de suç oluyor. Nasıl tevekkül etmemiz gerekiyor?
CEVAP
Evet, tevekkül bahsi zordur. Yukarıdaki yazıyı üç madde halinde açıklayalım:

1- İyi kötü, hayır şer her şeyi Allahü teâlânın yarattığına inanacağız. Bazı şeylere bazı şeyler tesir ediyor denirse itikadımız düzgün olmaz. Her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Bir âyet meali:
(Sizi de, işlerinizi de yaratan Allah'tır.) [Saffat 96]

2-
İşlerin yapılması için hiçbir sebep lazım değil denirse, Allahü teâlânın koyduğu sebepler inkâr edilmiş olur. Mesela, ben evlenmesem de benim çocuklarım olur demek çok yanlıştır. Çocuk olması için ana baba gibi sebeplere ihtiyaç vardır.

3-
Sebepler lazımdır, sebepsiz olmaz derse, sebeplere güvenmiş olur, yine tevhidi noksan olur. Yani nasıl ana baba olmadan çocuk olur demek yanlış ise, çocuğun olması için mutlaka ana babayı şart etmek ve çocukları Allahü teâlânın yaratmasında rolü olmadığını söylemek de çok yanlıştır. Ana baba olsa da çocuk olmayabilir. Ana baba olmadan da Allahü teâlâ çocuk yaratabilir. Hazret-i Adem ile Hazret-i Havva'yı anasız babasız, Hazret-i İsa'yı babasız yaratmıştır. Sebeplere güvenmeyeceğiz, sebepleri yaratanın da Allahü teâlâ olduğunu bileceğiz.

Sebepler âlemindeyiz, Allahü teâlânın âdeti sebeplerle yaratmaktır. Sebepsiz yaratılması mucize veya keramet olur. Sihri yaratan da Allahü teâlâdır. Her şeyi yaratan Odur.

Bu üç maddeyi özetleyelim:
Bir iş yapmak istersek sebeplerine yapışacağız, ama sebepler mutlaka bu işi yapar demeyeceğiz. Mesela çocuk sahibi olmak için evleneceğiz, ama evlendik garanti çocuğumuz olur da demeyeceğiz. Hastaysak doktora gideceğiz, ilaç alacağız, ameliyat olacağız, ama bu sebepler bizi iyi etti demeyeceğiz. Çünkü ameliyat masasından kalkamayız da. Sebeplere güvenmeyeceğiz. Sebepleri yaratanın da, sebeplere tesir kuvvetini verenin de Allahü teâlâ olduğunu bileceğiz.

Yeryüzündeki her canlının rızkı
Sual:
Günümüzde bir kısım insanlar, geçim derdiyle olsa gerek, helale harama dikkat etmiyor. Ailece çalışıp geçinemeyenleri var. Yalan söyleniyor, hile yapılıyor, kul hakkına aldırış edilmiyor. Bu derece rızıktan endişe etmek doğru mu?
CEVAP
Helale harama, kul hakkına dikkat etmemek uygun değildir. İslam âlimleri, (Kim kime, neye güvenirse, yardımı ondan beklesin!) buyuruyor.

Âlimlerden birine "Hep ibadetle meşgul oluyorsun, ne yiyip ne içiyorsun?" dediler. O da, dişlerini gösterdi. "Değirmeni yapan suyunu gönderir" demek istedi. Çünkü rızıkları Allahü teâlânın gönderdiğine inancı tamdı. Âyet-i kerime meali:
(Yeryüzündeki her canlının rızkını, Allah elbette gönderir.) [Hud 6]

Veysel Karani hazretleri, nasihat isteyen birine "Şam'a yerleş" buyurdu. O da "Acaba Şam'da geçim nasıldır?" dedi. Hazret, "Rızıklarından şüphe edenlere yazıklar olsun. Bunlara nasihat fayda etmez" buyurdu.

Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(İmanınız varsa, Allah'a tevekkül ediniz!) [Maide 23]

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâya hakkıyla tevekkül etseydiniz, sabah aç kalkıp, akşam tok dönen kuşlar gibi sizi de rızıklandırırdı.) [Tirmizi]

(Allahü teâlâ, kendisine sığınanın her işine yetişir, hiç ummadığı yerden ona rızk verir.)
[Beyheki]

Tevekkül Ne Demektir?

Sual: Tevekkülün dinimizdeki yeri nedir? Tevekkül, çalışmamak, ilaç kullanmamak demek midir?
CEVAP
Tevekkül, dinimizin bildirdiği sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri yaratandan beklemektir. (Bir işe başladığın zaman, Allahü teâlâya tevekkül et, Ona güven!) âyet-i kerimesi, tevekkül ile beraber azmederek çalışmak gerektiğini gösteriyor. (Al-i imran 159)

Tevekkül, herhangi bir işin, dinen, örfen sebeplerine yapışarak gayret gösterip, neticeye ihlâsla teslim olmaktır. Yani sonucu Allahü teâlâdan beklemek ve bu sonucun kendisi için mutlaka hayırlı olduğuna inanmaktır. Doğru sebebe yapışan doğru netice alır.

Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan üzücü olayları, ezelde takdir edilmiş bilip, üzülmemek, Allahü teâlâdan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır. İnsan, bir işin neticesinin iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayır sandığı çok şey, şerle, şer sandığı çok şey de, hayırla neticelenebilir. Muhakkak şu işim olsun diye ısrar etmemeli, "Hayırlı ise olsun" demelidir.

Allahü teâlâ, kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için tedbir almayı, hasta olunca ilaç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır. Sebebi, istenilen şeye kavuşmak için bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp da sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki, bu, akla ve dine uygun değildir.

Allahü teâlâ, insanların, ihtiyaçlarına kavuşmak için bu sebepler kapısını yaratmış ve açık bırakmıştır. Tesiri kesin olan ilaçları kullanmamak tevekkül değil, ahmaklıktır, haramdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Her hastalığın ilacı vardır. Yalnız ölüme çare yoktur.) [Taberani]

Hazret-i Musa, hastalanınca, "İlaçsız da Allahü teâlâ şifa verir"diyerek ilaç kullanmadı. Allahü teâlâ (İlaç kullanmazsan şifa ihsan etmem) buyurdu. İlacı kullanınca iyi oldu. Fakat sebebini merak etti. Allahü teâlâ, (Tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değiştirmek mi istiyorsun? İlaçlara tesir veren kimdir? Elbette tesirleri yaratan benim) buyurdu. (K. Saadet)

Doktora gitmeli, ilaç kullanmalı; fakat doktora ve ilaca güvenmemeli, şifayı Allahü teâlâdan istemelidir! İlaç kullanıp da iyi olmayan, ameliyat masasında ölen az değildir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:

(İmanınız varsa, Allah'a tevekkül ediniz!) [Maide 23]

(Tevekkül edene, Allah kâfidir.) [Talak 3]

Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Allahü teâlâya hakkıyla tevekkül etseydiniz, sabah aç kalkıp, akşam tok dönen kuşlar gibi sizi de rızıklandırırdı.) [Tirmizi]

Hazret-i İbrahim'in, mancınıkla ateşe atılırken, Hasbiyallah ve ni'mel vekil dediği hadis-i şerifle bildirilmiştir. [Bana Allah'ım yetişir, O ne iyi vekil, ne iyi yardımcı demektir.] Ateşe düşerken Hazret-i Cebrail gelip, "Bir dileğin var mı?"diye sorunca, "Var, fakat sana değil" diyerek sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için âyet-i kerimede, (Sözünün eri olan İbrahim) diye övüldü. (Necm 37)

Tevekkül, kalb işidir, imandan meydana gelir. Allahü teâlânın lütuf ve ihsanının pek çok olduğuna iman etmekle hasıl olur. Bu hâl, kalbin vekile itimat etmesi, güvenmesi, ona inanması ve onun ile rahat etmesidir. Böyle bir insan dünya malına gönül bağlamaz. Dünya işlerinin bozulmasından dolayı üzülmez. Rızkından endişe etmez. Mesela, iftiraya uğrayan biri, mahkemeye düşünce kendine bir avukat tutar. Üç şeyde avukata güvenirse, bu kimsenin kalbi rahat eder. 1- Avukatı, ona yaptıkları iftirayı iyi bilir. 2- Avukatı doğruyu söylemekten korkmaz. 3- Avukatın bunu canla başla savunacağına inanır. Avukatına böyle inanır, güvenirse kendi ayrıca uğraşmaz. (Allah bize yetişir. O ne iyi vekildir) âyetini iyi anlayıp, "Rızık takdir edilmiş, vakti gelince bana yetişir"der. Demek ki, çalışmadan tevekkül dinimizde yoktur.

Tevekkül ve sebepler
Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki:
Sebeplere yapışmak tevekküle zıt değildir. Sebeplerin tesir etmesinin Allahü teâlâdan olduğunu bilen, tesiri Allahü teâlâdan bekleyen ve tecrübe edilmiş sebepleri kullanan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmiş, yalnız Ona güvenmiş olur. Tesir etmeyen, hayâli sebepleri kullanmak, tevekkül olmaz. Tesiri çok görülmüş olan sebepleri kullanmak gerekir. Ateş yakar, fakat, ateşe yakma kuvvetini veren, Allahü teâlâdır. Aç olan, bir şey yer; bu şeye doyurma kuvveti veren Odur. Gerektiği zaman, böyle sebepleri kullanmadığı için zarar gören kimse, Allahü teâlâya asi olur. Tecrübe edilmiş sebepleri kullanmak gerekir. Allahü teâlâ, meşveret etmeyi, bilenlere danışmayı emretti. Meşveret de, sebebe yapışmaktır.

Meşveretten sonra tevekkülü emretti. Ahiret işlerinde tevekkül olamaz, çalışmak emrolundu. Burada, azabından korkmak ve merhametinden ümitli olmak gerekir. Allahü teâlânın keremine, ihsanına güvenmeli ve emrolunan ibadetleri yapmalı, yasak edilenlerden sakınmalıdır! Tevekkül budur ve kulluk böyle olur. (1/182)

Bir âyet meali:
(Azmedip de bir işe başlayınca, Allah'a tevekkül et, Ona güven! Allah size yardım ederse, kimse size galip gelemez. Size yardım etmezse, kimse yardım edemez. O halde, müminler Allah'a tevekkül etsinler!) [Al-i İmran 159,160]

Kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir şeydir. Bundan başka egoistliğe, kendini beğenmeye yol açar. Tevekkül, iş yapmayıp tembel oturmak değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül gerekir. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için de tevekkül gerekir.

Bu âyet, tevekkül ile beraber çalışmayı ve çalışmada azmin de gerektiğini bildiriyor. Demek ki her müslüman çalışacak, azmedecek ve sonra da güvenecektir. Tevekkül bir zaaf değil, bir kuvvettir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Deveni bağla ve sonra Allah'a tevekkül et!) [İbni Asakir]

Dinimiz, insanlara daima çalışmak, aklını doğru kullanmak, her türlü yeniliği öğrenmek, başarmak için her türlü meşru çareye başvurmayı emretmektedir. Bir müslüman ancak herhangi bir işte aklını kullandığı, her çareye başvurduğu ve son derece de çalıştığı halde, bir başarıya ulaşamazsa, üzülmemeli ve bu sonucun, Allahü teâlânın kendisi için münasip gördüğü bir husus olduğunu kabul ederek kaderine razı olmalıdır. Yoksa hiçbir şey yapmadan, çalışmadan, öğrenmeden ve bilmeden yan gelip yatarak beklemek, İslamiyet'te yoktur. Böyle yapmak büyük günahtır. Bir âyet meali:
(İnsana, ancak dünyada çalışarak [ihlâs ile] yaptığı işler [ahirette] fayda verir.) [Necm 39]

İnsanlar, bazen her şeye başvurdukları ve çok çalıştıkları halde, istediklerine kavuşamazlar. İşte o zaman, bu işte kendi ellerinde olmayan bir kudret bulunduğunu ve bu kudretin insanların yaşamaları ve başarıları üzerinde etkili olduğunu ve onlara yön verdiğini kabul ederler. İşte kısmet budur. Kısmet aynı zamanda büyük bir teselli kaynağıdır. (Ben vazifemi yaptım, ama ne yapayım ki kısmetim bu imiş) diyen bir Müslüman, bir işte başarısız olsa bile, ümitsizliğe kapılmaz ve büyük bir iç huzuru ile çalışmaya devam eder. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Güçlükle beraber elbette bir kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine teşebbüs et ve hacetini yalnız Rabbinden iste!) [İnşirah 5-8]

Yani başarısızlıktan ümitsizliğe düşmeyip çalışmaya devam etmelidir.

Suçluya Ceza Zulüm müdür?

Sual: Bir ateist, (Kâfir niye Cehenneme gidip azap görsün ki? Kâfiri Allah yaratmadı mı? Ne diye O Cehenneme atıyor? Bu insanlığa, adalete yakışır mı, zulüm değil mi) diyor. Ne cevap verebiliriz?
CEVAP
Cezasız sistem olur mu? Suçluya ceza, hiç zulüm olur mu? Düşünün, bir kimse, çoluk çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek, hasta-sağlam, suçlu-suçsuz demiyor, yüzlerce kişiyi öldürüyor, gözlerini çıkarıyor, ölülerini de yakıyor. Bu vahşi yaratık ölüm cezasına çarptırılmalı dendiği zaman, (Ölüm cezası, barbarlıktır, bu insanlığa, adalete yakışmaz) deniyor. Cani yüzlerce kişiyi öldürüyor, onunki sanki insanlığa uygunmuş gibi kabul ediliyor, cani savunuluyor. Bu da, diğer canilere kötü örnek oluyor, onlara cesaret veriyor, sanki öldürmek teşvik ediliyor. Eğer bu caniye, Amerika'daki gibi ölüm cezası verilse, diğer caniler bundan çekinebilir. En azından suçsuz insanları öldürenlerin sayısı çok azalır. Ceza hafif olursa suç oranı yükselir, ceza ağır olursa suç oranı azalır. Maksat, insanların ölmesini önlemek, onlara iyilik ise cezalar ağır olmalıdır. Eğer insanların öldürülmesine önem verilmiyorsa, öldürenlere hiç ceza verilmemelidir. Bunların hangisi adalettir? Suçluyu serbest bırakmak mı, yoksa suçu önleyecek ceza vermek mi?

İmam-ı Rabbani
hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, suçlu suçsuz bütün insanları Cehenneme koyup, sonsuz azap yapsaydı, kimin bir şey söylemeye hakkı olabilirdi? Çünkü kendi yarattığı, yetiştirdiği mülkünü kullanıyor. Başkası yok ki, onun mülküne tecavüz olsun ve zulüm denilebilsin. Hâlbuki insanların kullandığı mallar, mülkler, gerçekte onların değil, hepsi Allah'ındır. Bizim bunlara el uzatmamız, karışmamız zulüm olur. Allahü teâlâ, bu dünyanın düzeni için ve bazı faydalı şeylere yol açması için, bunları bize mülk kılmış ise de, gerçekte hepsi Onundur. O halde, bizim bunları, asıl sahibinin izin verdiği kadar, izin verdiği şekilde kullanmamız gerekir.

Ateist bir yaratıcıya inanmadığı için böyle soru soruyor. Eğer her şeyi yaratanın Allah olduğuna inansaydı böyle soru soramazdı. Çünkü bir kimse kendi evindeki eşyaları istediği gibi kullanamaz mı? Eskiyenleri veya yenilerini çöpe atamaz mı? Mal onunsa istediği gibi tasarruf hakkına sahip değil mi? Allahü teâlâ da kendi yarattıklarını suçsuz da olsa Cehenneme atabilir. Ama ihsan ediyor, suçsuzu Cehenneme atmıyor, yani iman edenleri Cehenneme atmıyor. Kanunlara karşı gelen, onları çiğneyenin cezalandırılması normal ise, Allah'ın emrine uymayanların da cezalandırılması niye zulüm olsun?

Küfür ve zulüm
Sual:
Bir kâfir, yaşadığı yüz sene içinde işlediği günahlar için sonsuz olarak Cehennemde kalmasına zulüm diyen Almanlar vardır. Yüz senelik kâfirliğin karşılığı niçin sonsuz cezadır?
CEVAP
Bunun hikmetini cenab-ı Hak açıkça bildirmemiştir. Bazı âlimler bildiriyor ki:
Kâfirler, sonsuz yaşasaydı, sonsuz kâfir kalmak niyetinde oldukları için, küfürlerinin cezası Cehennemde sonsuz azaptır. Bunun için kâfirlere olan ebedi azaba zulüm denilemez.

Önce Ölenin Suçu

Sual: Hazret-i Âdem zamanında ölen biri, şimdiye kadar kabir azabı çekti. Şimdi ölen ise, ona göre daha az azap çekecektir. Bu Allah'ın adaletine uygun mu deniyor. Önce ölmek suç mudur?
CEVAP
Önce ölmek suç değildir. Allahü teâlâ, hiç kimseye zulmetmez. Kimseye fazla ceza vermez.

Hadis-i şerifte, (Kabir ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurudur) buyuruluyor. Hazret-i Âdem zamanında ölen biri, salih ise, hep Cennet bahçesindedir, kabirde çok kalmasının onun için hiç mahzuru olmaz. Ölen kâfir ise, kâfir için ebedi [sonsuz] Cehennem azabı vardır.

Kabir azabı, Cehennem azabı yanında çok hafif kalır. Ölen günahkâr Müslüman ise, çektiği kabir azabı günahlarına kefaret olur. Kabirde çok kalır da, çektiği azap sebebiyle günahı kalmazsa, dirilirken günahsız olarak dirilir. Demek ki, kabirde fazla kalmak bir adaletsizlik değildir.

Özel İşe Karışmak

Sual: Ateistler, (Bazı insanların cüce, sakat veya çirkin yaratılması adaletsizliktir, her şey düzgün, eşit yaratılmalı idi) diyorlar. Bunlara nasıl bir cevap verebiliriz?
CEVAP
Buna benzer bir sualin cevabı, önceki yazıda vardı. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Dinlerine uymadıkça, Yahudilerle Hıristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar.) [Bekara 120]

Bu ateistlere de, her konuda delil getirilse, ispat edilse, yine onların dinini yani dinsizliklerini kabul etmedikçe Müslümanları sevmezler ve İslamiyet'i kötülemeye devam ederler.

Bir yılanın, beni niye yılan yarattın, beni aslan yaratsaydın demeye hakkı olur mu?

Aslan da, beni niye hayvan olarak yarattın, beni de insan yaratsaydın daha iyi olmaz mı idi demeye hakkı var mı?

Bu her hayvan için böyledir. Domuz, karınca, akrep, sinek, hepsi benzer şeyler söyleyebilir.

Fakirin beni niye zengin yaratmadın diyerek Allah'tan hesap sormaya kalkması uygun olur mu?

Erkek, şimdi rağbet güzel ile zengine, beni niye kadın yaratmadın dese uygun olur mu? Onu domuz veya köpek olarak da yaratabilirdi.

Kadın, ben güçlü bir pehlivan olmak isterdim, beni niye erkek yaratmadın dese uygun olur mu?

Zenci, beni niye beyaz yaratmadın diyebilir mi?

Bunları çoğaltmak, hatta ne olursa tersini iddia etmek mümkündür. Bir çiftlik sahibi, aynı cins hayvanları ayrı yere koysa veya her birine ayrı yer yapsa yahut bazı cins hayvanları aynı ahıra koysa, buna kimin ne demeye hakkı vardır? Yahut canı isteği zaman bir kuzu veya tavuk kesip yese, buna kim ne diyebilir? Çünkü hayvanlar adamın malıdır, istediği şekilde besler, istediklerini kesip yiyebilir. Kâinattaki her şey de Allahü teâlânın mülküdür, dilediği gibi kullanabilir. Buna kimse karışamaz. Başka bir kimsenin malını kullansa o zaman bir haksızlık mevzubahis olabilir. Hiç kimsenin özel işine karışılmaz.

Herkes Eşit Yaratılsaydı

Sual: Bazıları, (Allah; kimini sağlam kimini sakat, kimini uzun kimini cüce, kimini güzel kimini çirkin, kimini zengin kimini fakir, kimini beyaz kimini zenci, kimini akıllı kimini deli yaratmıştır. Herkesi eşit yaratsaydı daha iyi olmaz mı?) diyorlar. Ben de Allah en iyisini yaratır. İyi olsaydı eşit yaratırdı. Demek ki bizim bilmediğimiz şeyler var dedim. Tatmin olmadılar. Ne demelidir?
CEVAP
Siz en güzel cevabı vermişsiniz. Ondan daha güzeli olmaz.
İnsanın yaradılış gayesi bilinmeyince, dünyadaki olayların sebebi anlaşılamaz. Allahü teâlâ, dünya ve ahireti, sevgili kulu ve resulü Muhammed aleyhisselam için yarattı. Diğer canlı ve cansız varlıkları da, insanoğlunun istifadesi için yarattı. Dünya zevk için yaratılmadı. Ahiret ise, ebedi mükâfat ve ceza yeridir. Dünya, ahiretin imtihan yeridir. Herkes her bakımdan eşit olsa, imtihanın manası kalmaz, iyi ile kötü ayrılmazdı. Allah'ın emir ve yasaklarına uymakla çeşitli sıkıntılar çekilecek, itaat edenle, isyan eden, birbirinden ayrılacaktır.

İnsan cansız varlık gibi, ot veya hayvan gibi değil, kulluk ve imtihan için yaratıldı. İnsan, ihtiyaçsız, sıkıntısız ve her bakımdan eksiksiz yaratılsaydı, imtihan ve dünya manasız olurdu. İnsanların, hayvanların ve kâinattaki canlı, cansız diğer yaratıkların hareketleri, akılları durdurucu sistemleri incelenince, her şeye gücü yeten Rabbimizin dünyayı maksatsız yarattığı düşünülemez.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İnsanlar, dünyada, birkaç gün dert çekmeselerdi, Cennetin, ebedi sıhhat ve afiyet nimetlerinin sonsuz lezzetlerinin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmeyen rahatlığın kıymetini bilmez.

Herkes, her bakımdan eşit yaratılsaydı, büyük bir felaket olur, toplumlar olmazdı. İnsanlar, boy, renk, şekil, akıl, zenginlik, sıhhat, kuvvet, güzellik, ahlâk gibi her hususta eşit olunca, tornadan çıkmış gibi eşit, yani birbirinin aynı olunca milyarlarca insanı birbirinden ayırmak mümkün olmaz. Karı koca birbirini tanıyamaz, insan hanımı ile kızını ayırt edemez, hayat felç olur. Sırf bu şekil benzerliği bakımından, binlerce problem ortaya çıkar. Diğer sahadaki eşitlikler görülmeden, yaşanmadan hayat söner.

Herkes bilgi ve kültür bakımından da eşit olunca, gazeteye, kitaba, filme ihtiyaç kalmaz. Güreş, koşu, yüzme gibi sporlar ve yarışlar olmaz; çünkü herkes aynı kabiliyettedir.

İyinin kıymeti, kötü ile bilinir. Herkes iyi olunca, iyinin kıymeti kalmaz. Çirkinlik olmayınca, güzellik anlaşılmaz. Hastalık olmayınca sağlığın kıymeti bilinmez.

Bir kimse, okuyup her bakımdan mükemmel bir insan olmak ister. Herkes aynı olursa, kim kimden üstün olacaktır? Âmirsiz, memursuz, işçisiz, patronsuz toplum olmaz.

Her hususta eşitliğin zararları sayılamayacak kadar çoktur. Onun için Allahü teâlâ, her şeyi hikmetli ve adaletli yaratmıştır. Adalet olunca işler düzgün yürür. Mesela beş parmağın beşi de aynı olsaydı, başparmak diğerlerinin arasında olsaydı, bugünkü kadar verimli iş yapılamaz, büyük eksiklik olurdu.

Adaletli yaratılmak, eşit yaratılmakla mukayese bile edilmez. Aynı ana babadan, zekâları, kabiliyetleri farklı çocukların yaratılması, milyarlarca insanın birbirine benzememesi, hatta parmak izlerinin farklı olması bile, Allahü teâlânın kudretinin sonsuzluğunu göstermektedir. Onun kudreti sonsuz, şânı çok yücedir.

Sakatların Suçu Yok

Sual: Ana babanın hatası, sarhoşluğu veya hastalığı sebebiyle, kör, topal, sağır, dilsiz, geri zekâlı veya sakat olarak doğan bebeğin günahı nedir?
CEVAP
Gerçek Müslüman, Allahü teâlânın rızasından başka muradı olmayan kimsedir. Allahü teâlâ emrettiği için rızık kazanmaya çalışır. Çalışırken ibadetlerini terk etmez ve haram işlemez. Kazanırken de, kazandığını sarf ederken de dinimize uyar. Böyle kimseye zenginlik de, fakirlik de faydalı olur. Fakat böyle olmayan kimse, Allahü teâlânın kaza ve kaderine razı olmaz. Fakir olunca az diye itiraz eder. Zengin olursa, doymaz, daha ister. Kazandığını haramlara sarf eder. Zenginliği de, fakirliği de, dünyada ve ahirette felaketine sebep olur.

Körlük, topallık ve diğer sakatlıkların faydalı veya zararlı olması insandan insana değişir. Kimi, Allahü teâlânın takdirine razı olduğu için, sonsuz olan Cennet nimetlerine kavuşur, kimi de razı olmadığı için, sonsuz olan Cehennemde cezaya müstahak olabilir.

Bir kimse kendisi için sakatlığın faydalı veya zararlı olduğunu bilemez.

Bazısı illa son model bir arabasının olmasını ister. Arabayı alıp çoluk çocuğuyla bir dereye uçabilir. Onun için, illa bir şeyin olmasını değil, hayırlı olmasını istemelidir!

Çocuğun sakat olarak doğmasında kendi günahı yoktur. Eğer bunda ana babasının kusuru varsa, günahı onlara aittir. Görmeyen bir kimse, eğer kör olmasaydı kötü işler peşinde gezip, dünya ve ahiretini mahvedebilirdi. Kimi de kör olduğu için isyan edip, Yaratıcının takdirine razı olmaz ve ebedi felaketine sebep olur.

Kör olan bir Müslüman, Cennete gider. İki hadis-i şerif meali:

(Allahü teâlâ, iki gözü olmayan Müslümanı Cehenneme koymaz.) [Taberani]

(Gözsüz kimse, sabrederse, Allahü teâlâ ona Cenneti verir.) [Buhari]

Yalnız gözü olmayan değil, diğer sakatlıkları olan da sabrederse, ölürken, kabirde ve mahşer yerinde sıkıntı çekmeden Cennete girer. Cennette ise sakatlık yoktur. İmansız olan, sağlam da, sakat da olsa, yeri sonsuz olarak Cehennemdir.

Sorgusuz Ceza

Sual: (Herkese Lazım Olan İman) kitabında, (Günahkârların hepsini Cennete koysa, Allahü teâlânın fazlına yakışır. İtaat, ibadet edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adaletine uygun olur. Çünkü mülk onundur, mülkünü dilediği gibi kullanır) deniyor. Buna kimse itiraz edemez. Ancak, kulun güç yetmeyeceği işi önceki ümmetlere emrettiği bildiriliyor. Kul, ahirette Cehenneme atılırken, (Ya Rabbi, bana gücümün yetmediğini emrettin, ben de yapamadım, beni Cehenneme atman zulüm değil mi) demez mi?
CEVAP
Öyle demesi yanlış olur. Allahü teâlânın, günahsız insanı Cehenneme atması kendi mülkünü kullanmak olup, zulüm olmadığına göre, bu da aynısı değil midir? Bir emri yapmak için gücü yeteni de, yetmeyeni de, Cehenneme atması, kendi mülkünü kullanmak değil midir? Kendi mülkünü kullanmaya kim zulüm diyebilir ki? Burada başkasının mülküne tecavüz yok ki, zulüm denebilsin.

Allahü teâlâ için adalet, kendi mülkünde olanı kullanmak demektir. Zulüm ise, başkasının mülküne tecavüzdür. Kâinat ve içinde bulunan her şeyin yaratıcısı, Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı bulunmadığına ve hiç kimse, hiçbir şeye sahip olmadığına göre, Rabbimizin yaptığı işler, hiç kimsenin malına, mülküne tecavüz değildir. Onun yaptığı işler için, (Adalete uymuyor) denilemez. Yasak ettiği bir şeyi, daha sonra serbest bırakabildiği gibi, önceden serbest ettiği bir şeyi de daha sonra yasaklayabilir. Mülk Onundur, dilediği gibi kullanır. Kimse hesap soramaz. Buna rağmen, iman edip iyi amel işleyenleri Cennete koyacağına söz verdi. Sözünden dönmeyeceğini de bildirdi. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:

(Allah, verdiği sözden asla dönmez.) [Al-i İmran 9, Zümer 20, Rad 31]

İmam-ı Eş'arinin sözleri
Sual:
(Herkese Lazım Olan İman) kitabında, (Eş'arî ve Mutezile mezheplerine göre, mümkün olmayan bir şeyin yapılmasını, Allahü teâlânın emretmesi caiz değildir. Kendisi mümkün ise de, insanların gücü yetmediği şeyleri emretmesi de, Mutezileye göre caiz değildir. Eş'arîye göre ise, bu caizdir; fakat emretmemiştir. İnsanın havada uçmasını emretmek böyledir) deniyor. İmam-ı Eş'ari, Ehl-i sünnetin iki imamından biri olduğuna göre, caiz demesinin sebebi nedir?
CEVAP
Caiz demesi, (Emretseydi, Allahü teâlânın adaletine aykırı olmaz, zulüm olmazdı) demektir. Yine aynı kitapta deniyor ki:
Allahü teâlâ için adalet, kendi mülkünde olanı kullanmak demektir. Zulüm ise, başkasının mülküne tecavüzdür. Kâinat ve içinde bulunan her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı bulunmadığına ve hiç kimse, hiçbir şeye sahip olmadığına göre, Rabbimizin yaptığı işler, hiç kimsenin malına, mülküne tecavüz değildir. Onun yaptığı işler için, (Adalete uymuyor) denilemez. Allahü teala, kullarının kimisine sevab vermeye, kimisine azap yapmaya mecbur değildir. Âsilerin, günahkârların hepsini Cennete koysa, fazlına, ihsanına yakışır. İtaat, ibadet edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adaletine uygun olur. (H.L.O.İman)

Allahü teâlâ bu ümmete merhamet ederek, güç yetmeyen şeyleri emretmemiştir. İmam-ı Eş'ari, (Emretmemiştir; ama emretseydi, zulüm olmazdı. Çünkü kendi mülkünü kullanmış olur) buyuruyor. Yani Müslümanları Cehenneme, kâfirleri Cennete atsa, adaletine aykırı olmaz. Ama Müslümanları Cennete, kâfirleri Cehenneme koyacağına söz vermiştir. Sözünden dönmeyeceğini de bildirmiştir. Yani mümin olarak ölen, garanti Cennete gidecek, kâfir olarak ölen ise, sonsuz olarak Cehennemde kalacaktır.

Ağır Yük Yüklemek

Sual: Bekara suresinin (Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize gücümüzün yetmediği yükü yükleme) mealindeki son ayeti, önceki ümmetlere böyle yükler yüklendiği bildiriliyor. Bize yüklemese de, önceki ümmetlere gücünün yetmediği yükü yüklemek, Allah'ın adaletine uygun mudur?
CEVAP
Bunu iki yönden açıklamak gerekir:
Biri, Allahü teâlâ güç yetmeyen bir şeyi emretmesinin adaletine uygunluğu yönünden, diğeri de, ayet-i kerimede bildirilen mana yönünden.

1-Adalet yönünden:
Allahü teâlâ için adalet, kendi mülkünde olanı kullanmak demektir. Zulüm ise, başkasının mülküne tecavüzdür. Kâinat ve içinde bulunan her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı bulunmadığına ve hiç kimse, hiçbir şeye sahip olmadığına göre, Rabbimizin yaptığı işler, hiç kimsenin malına, mülküne tecavüz değildir. Onun yaptığı işler için, (Adalete uymuyor) denilemez. Yasak ettiği bir şeyi, daha sonra serbest bırakabildiği gibi, önceden serbest ettiği bir şeyi de daha sonra yasaklayabilir. Mülk Onundur, dilediği gibi kullanır. Kimse hesap soramaz.

Allahü teâlâ, kullarına iyi, faydalı olanı vermeye, kimisine sevab, kimisine azap yapmaya mecbur değildir. Âsilerin, günahkârların hepsini Cennete koysa, fazlına, ihsanına yakışır. İtaat, ibadet edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adaletine uygun olur. (H.L.O.İman)

(Allahü teâlâ dilerse, kâfiri Cennete, mümini de Cehenneme koyabilir) demek, koyacak demek değildir. Koyarsa kimse karışamaz, adaletine aykırı olmaz demektir. Fakat iman edip iyi amel işleyenleri Cennete koyacağına söz verdi. Sözünden dönmeyeceğini de bildirdi.

Allahü teâlâ dilemedikçe, hiç kimse mümin veya kâfir olamaz. Bir ayet-i kerime meali şöyledir:
(Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini dalalette bırakır.) [İbrahim 4]

Bu ayet-i kerimenin açıklaması sitemizde vardır. Allahü teâlâ kimseyi zorla kâfir yapmaz. Bu ayet-i kerime, bütün işlerin Allahü teâlâ tarafından yapıldığının delillerinden biridir. Bir başka ayet-i kerime meali de şöyledir:
(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah'tır.) [Saffat 96]

2- Ayetteki mana yönünden:
Kurtubi tefsirinde deniyor ki:
Bu konuda Katade, (Bizden öncekilere işi zorlaştırdığın gibi bize de, zorlaştırma demektir) dedi. Dahhak da, (Altından kalkamayacağımız, güç yetiremeyeceğimiz amelleri işlemekle bizi yükümlü tutma demektir) dedi. Süddî de, (Burada takat, yani güç getirilmeyen şeyler, İsrail oğullarına yükletilen ağır yüklerdir) dedi. [Mesela pislik değen uzuv yıkamakla temizlenmez, orayı kesmek gerekirdi. (Beydavi)] Allahü teâlâ, (Ümmi nebi olan resul, sırtlarından ağır yükleri indirir ve zincirleri kırar atar) buyurdu. (Araf 157)

Ümmi, okuryazar olmayan demektir. Resulullah, ümmi olduğu halde, kendisinin, ilmin bütün kemâlâtına malik olması bir mucizedir. (Beydavi)

Kâfir Ülkesinde Doğanlar

Sual: İslam ülkelerinde doğan çocuk, dinini kolayca öğrenip Cennete gidiyor. Gayrimüslim ülkelerdeki çocuklar ise bundan mahrum kalıyor. Müslüman olarak yetişmediği için Cehenneme gidiyor. (Kâfir ülkelerde yaşayanlara bir haksızlık olmuyor mu? Bu Allah'ın adaletine uygun mu) diyenlere nasıl cevap vermek gerekir?
CEVAP
Adalet ve ihsanı karıştırmamalıdır! Allahü teâlâ, her ülkede yaşayan kulları için, adaleti fazlası ile yapmıştır. Yani akıl-baliğ olmadan ölen kâfir çocuklarını Cehenneme sokmayacaktır.

Büluğa erdikten, yani evlenecek çağa geldikten sonra, Muhammed aleyhisselamın dinini duymadan ölen kâfirlere de azap yapmayacaktır.

Bunlar, İslam dinini, Cenneti, Cehennemi işittikten sonra, merak etmez, öğrenmez ise, inat edip inanmazsa, o zaman azap görecektir.

(Büluğ çağına giren, ana-babanın, çevrenin yapmış olduğu eski etkilerin altında elbette kalır) denilemez.

Eğer kalsaydı, yıllardır İslam ülkelerinde, İslam terbiyesi altında yetişen yüzlerce Müslüman evladı, İslam düşmanlarının yalanlarına, iftiralarına aldanmaz, dinsiz, din düşmanı olmazdı. Bunlar, büluğa erince, hatta kırkından sonra, hoca-hafız olanları bile, dinden çıkıyor, din düşmanı oluyor ve din düşmanlığında önderlik yapıyorlar. Ana babasına, komşularına ve akrabasına, yobaz, gerici diyerek alay ediyorlar.

Bu pek acı misaller, ana-baba terbiyesinin etkisinin devamlı olmadığını açıkça göstermektedir. Bunun içindir ki, bugün dinden çıkmak, bütün dünyayı saran bir afet halindedir. Diğer taraftan, birçok kâfirlerin, ilim, fen adamlarının Müslüman olduğunu çoğumuz görüyoruz.

Pek az olsa da, dinini değiştirmeyenlerin bulunması, ana babanın verdiği terbiyenin etkisinin, bazen de devamlı olduğunu gösteriyor denirse, bir çocuğun Müslüman evladı olması, İslam terbiyesi ile yetişmesi, Allahü teâlânın bir ihsanıdır. Kâfir çocuklarına bu ihsanı yapmıyor; fakat kimseye ihsan yapmaya mecbur değildir.

İhsan yapmamak zulüm olmaz. Mesela, bakkaldan bir kilo pirinç alsak, tam bir kilo tartması adalet, noksan tartması ise zulüm olur. Biraz fazla vermesi ise ihsan olur. Bu ihsanı istemek, kimsenin hakkı değildir.

Allahü teâlânın İslam terbiyesi ile yetiştirmesi, büyük ihsandır. Dilediğine ihsan eder. Kâfir çocuklarına bu ihsanı yapmaması zulüm, haksızlık olmaz. İhsan ettiği kimseler kâfir olursa, bunların cezası da, daha çok olur. (Seadet-i Ebediyye)

Allahü Teâlâ'nın Adaleti

Sual: Tanrı'nın yaptıkları aklıma uymadığı için inanmıyorum. Tanrı bizi zoraki bir sınava sokuyor. Örneğin ben okula gidip, sınavları kazanırsam mezun olur, diploma alırım. Gitmezsem mezun olamam. Ama burada okula gitmek veya gitmemek gibi bir seçeneğim var. Hâlbuki bu dünyaya gelirken ve kulluk imtihanına girerken, bana bir şey sorulmadı. Sorulsaydı, ben bu imtihana hiç girmezdim. Belki bir hayvan veya toprak olmayı isterdim. Bana sorulmadan yaratıp da, sonra beni sorguya çekmek adalete uyar mı? Böyle tanrı nasıl adil olabilir?
CEVAP
Allahü teâlânın adaleti ile kulların arasındaki adalet birbirine benzemez. Yanlış olarak kullara benzetildiği için işin içinden çıkılamıyor.

İnsanlar arasındaki adalet, bir âmirin, ülkesini idare için koyduğu kanunlar içinde hareket etmesidir. Zulüm ise, bu kanunun dışına çıkmaktır.

Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, hâkimler hakimi, her şeyin asıl sahibi ve tek yaratıcısıdır. Üstünde bir âmiri, sahibi yoktur ki, Onu bir kanun altında bulundursun. Bundan dolayı, (Allah'ın yaptığı şu iş, adalete uymuyor) denilemez.

Adaletin bir başka tarifi ise kendi mülkünde olanı kullanmak demektir. Zulüm ise, başkasının mülküne tecavüzdür.

Kâinat ve içinde bulunan her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâ olduğuna, Ondan başka yaratıcı bulunmadığına, hiçbir kimse, hiçbir şeye sahip olmadığına göre, Rabbimizin yaptığı işler, hiç kimsenin malına, mülküne tecavüz değildir. Onun yaptığı işler için, (Adalete uymuyor) denilemez. Yasak ettiği bir şeyi, daha sonra serbest bırakabildiği gibi, önceden serbest ettiği bir şeyi de daha sonra yasaklayabilir. Mülk Onundur, dilediği gibi kullanır. Kimsenin bir şey sormaya hakkı yoktur.

Allahü teâlâ dileseydi, sizi kedi köpek olarak da yaratabilirdi. Niye beni hayvan yarattın demeye hakkınız var mı idi? Bakkaldan çay şekeri alırız, kimimiz onunla çay içeriz, kimimiz de helva yapar yeriz. Şekerin bir şey demeye hakkı var mı? Ne diye falanca bakkaldan aldığını çayda içtin de, beni helva yaptın diyebilir mi? Madem şeker benim malımdır, mülkümdür; onu dilediğim gibi kullanırım. Başkasının bu şekerle niye helva yaptın demeye hakkı olamaz.

Allahü teâlânın indinde de, canlı-cansız, insan-hayvan hepsi onun mülküdür. Dilediği gibi tasarruf eder, hiç kimse bir şey soramaz. Bize konuşma özelliğini veren de odur. Mülk Onundur. Her şeyi ve herkesi yoktan var eden Odur. Şöyle yapanı Cehenneme, şöyle yapanı Cennete koyarım dedi. İmtihana soktu. Kazananı Cennete, kaybedeni Cehenneme attı. Aslında imtihan yapmadan da, istediğini Cennete, istediğini de Cehenneme koyabilirdi. Mülk onundur, başkasının malına mülküne tecavüz yok ki, adalete uyulmuyor densin. Allahü teâlâ, yarattıklarının hepsini Cehenneme atsa, yine adaletsizlik olmaz. Ama O merhamet etmiş, şunları yapanı Cennete koyarım demiş, bu da Onun bir ihsanıdır. Cehenneme atsa idi bir şey diyebilir miydik, itiraz edebilir miydik? Etsek bile, elimize ne geçerdi?

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin, bir ateiste verdiği cevabın bir bölümü şöyledir:

1-
Günah işleyeceğin zaman, Onun rızkını yeme! Rızkını yiyip de, Ona isyan doğru olur mu?

2- Ona asi olmak istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, Ona isyan layık olur mu?

3- Ona isyan etmek istersen, gördüğü yerde günah işleme! Onun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günah işlemek, uygun olur mu?

4- Can alıcı melek gelince, tevbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tevbe et! O da, bu saattir. Zira, ölüm meleği ani gelir.

5- Kıyamette, (Günahkârlar Cehenneme gitsin) denince, ben gitmem diyebilir misin?

Siz, yokluk diyarından, bu varlık âlemine, kendi isteğinizle gelmediğiniz gibi, oraya da, kendi isteğinizle gidemezsiniz. Gözleriniz, kulaklarınız, diğer organlarınız, girip çıktığınız bütün mahaller, özetle, ruh ve cesedinize bağlı bütün aletler, sistemler, hepsi Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. Siz Ondan hiçbir şey gasp edemezsiniz! O görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her an varlıkta durdurmaktadır. Hepsinin idaresinden bir an gafil olmaz. Mülkünü kimseye çaldırmaz. Emirlerine uymayanların cezasını vermekten de, aciz kalmaz.

Bir hadis-i kudsi meali şöyledir:
(Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en itaatli kulum olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım olsanız, ilahlığımdan bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganidir, Ona hiçbiriniz lazım değildir. Siz ise, var olmanız ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız.) [Müslim]

Allahü teâlâ, vücut makinenizi işletip maksada göre kullanmanız ve istifade etmeniz için elinize teslim ediyor. Bütün bunları, size ve iradenize ve yardımınıza muhtaç olduğundan değil, mahlûkları arasında size ayrı bir mevki vererek, mutlu olmanız için yapıyor. Ellerinizi, ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzunuza bırakmayıp da, yüreğinizin atması, kanlarınızın dolaşması gibi, sizden habersiz kullansaydı, her işinizde, zorla, refleks hareketleri ile, çolak el, kuru ayak ile yuvarlasaydı, her hareketiniz bir titreme olsaydı ne yapabilirdiniz?

Doğmadan önceki, doğduğunuz zamanki halinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, dertlerinize deva, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanların ve düşmanların hücumlarına karşı koyacak vasıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havası, kudret kimya hanesinde imbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? Bugün, bizim dediğiniz karalar, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağlar, dereler, ovalar, tepeler yerleştiği zaman, acaba neredeydiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaştırılıp, gökte bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, çakan şimşeklerin ve güneşten gelen kudret, enerji dalgalarının hazırladığı gıda maddelerini, yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, ışık ve ısı şuaları tesiri ile oynayıp titreşerek hayatın hücrelerini yetiştirirken, nerede idiniz ve nasıldınız?

Aşk, Sevgi ve Heves

Sual: Aşka geçici heves, sevgiye gerçek duygu denebilir mi?
CEVAP
Sevgiyle aşk, aynı şeydir. Sevgi, gönlün zevk aldığı şeye meyletmesi demektir. Hep beraber olmayı istemek, beraber olmaktan zevk, lezzet duymaya sevgi denir. Sevginin kuvvetli olmasına da, aşk denir. Sevginin deyim anlamı ise şöyledir:

Sevgi, hiçbir karşılık beklemeden sevgiliye tâbi olmak, Ona itaat etmek, Onun her işini güzel, her eziyetini, her iyilikten daha tatlı görmek ve Onun dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmektir. Buna, hubb-i fillah buğd-i fillah da denir. Burada sevgili, Allahü teâlâdır. Allah için olan sevgi değerlidir, Allah için olmayanda hayır yoktur.

Günümüzde, yanlış olarak, nefsin şehvani, hayvani arzularına, geçici hevese, aşk deniyor. Bu çok yanlıştır. Mefhumların karışmasına sebep oluyor. Eğer nefsin şehvani arzusuna heves dersek, heves çok kötüdür:

Heves rezalettir. Sevgi fazilettir.
Heves uyutmaz. Sevgi unutmaz.
Heves, akıl mantık hislerini alt üst eder. Sevgi akılla hedefe gider.
Heveste tuzaklar var. Sevgide her şey aşikâr.
Heves, gafilce işlere girişir. Sevgi yüksek menzillere erişir.
Heves, sık sevgili değiştirir. Sevgi, ayırmaz birleştirir.
Heves, iffeti giderir. Sevgi, iffet içinde erir.
Heves, uyuşturur, gizli buluşturur. Sevgi, şehveti yatıştırır.
Heves, güveni sarsar ve kandırır. Sevgi itimat kazandırır.
Heves, çiçek koklar, doyar, başka arar. Sevgi, çiçeği sular, büyütür, adam yapar.
Heves, geçer yalan olur, seni sokar yılan olur. Sevgi gerçek olur, seni arar bulur, tehlikeden korur.
Heves kısa sürer. Sevgi ömür boyu gider.
Heves aldatır, bunaltır. Sevgi aldatmaz, doğruluktan ayrılmaz
Heves kıskanır. Sevgi güvenir.
Heves parçalar. Sevgi birleştirir.
Heves kuduz açlara benzer. Sevgi şifalı ilaçlara benzer.
Heves ikiyüzlüdür, riyakârdır. Sevgi ihlâstır, güneş gibi parlar, ısıtır.
Heves ezip geçer, yeni av seçer. Sevgi onu muhafaza eder, onunla gider.
Heves kısa yatırım der. Sevginin hedefi sonsuza gider.
Heves geçicidir, seçicidir. Sevgi kalıcıdır, gönül alıcıdır.
Heves, sultanı köle eder. Aşk, köleyi sultan eder.

Hazret-i Züleyha, önce hevesi, sonra sevgisi uğruna, Hazret-i Yusuf için malını, mülkünü, güzelliğini, hatta bütün servetini feda etti. Yusuf'u gördüm diyene altın verdi. Yusuf aleyhisselamla evlendiği zaman yanına gitmedi. (Allahü teâlânın sevgisi bana yeter!) dedi. Gerçek aşka kavuştuğu anlaşıldı.

Sevginin kuvvetli olanına aşk dendiğini bildirmiştik. Allahü teâlâ da Peygamberimizi çok seviyor, yani ona âşık olmuştur. Hadis-i kudside buyuruluyor ki:
(Ey Resulüm, İbrahim peygamberi halil [dost], seni ise habib [sevilen, maşuk] edindim.) [Mevahib-i ledünniyye]

Mevlidde de, Allahü teâlâ, (Habibim sana âşık oldum) buyuruyor. Aşkı nefsin şehvani arzusu bir heves sananlar, bu ifadeyi tenkit etmek talihsizliğine düşmüşlerdir.

Bu aşk ne işe benzer?
Parlak güneşe benzer,
Aşkı olmayan gönül,
Kayaya, taşa benzer.

Sevgiye Gevşeklik Sığmaz

Sual: Bazıları hem Allah'ı seviyoruz diyorlar, hem de Allah'a inanmayanlarla dostluk kurup, onlarla birlikte olmaktan rahatsız olmuyorlar. Böyle Allah sevgisi olur mu?
CEVAP
Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler, Allahü teâlânın kâfirlere düşman olduğunu, açıkça bildiriyor. Onun düşmanlarını seven, Onu sevmiş olur mu? Kâfirler, Allahü teâlânın düşmanı olmasalardı, (Buğd-i fillah) vacib olmazdı. İnsanı Allahü teâlânın rızasına kavuşturacakların en üstünü olmaz ve imanın kemaline sebep olmazdı.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Cebrail aleyhisselam gibi ibadet etseniz, müminleri, Allah için sevmedikçe ve kâfirleri Allah için kötü bilmedikçe, hiçbir ibadetiniz, hayrat ve hasenatınız kabul olmaz!) [Ey Oğul İlmihali]

Allahü teâlâ, Hazret-i Musa'ya sordu:
- Ya Musa, benim için ne işledin?
- Ya Rabbi, senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, zikrettim.
- Ya Musa, kıldığın namazlar, seni Cennete kavuşturacak yoldur, kulluk vazifendir. Oruçların, seni Cehennemden korur. Verdiğin zekâtlar, kıyamette, sana gölgelik olur. Zikirlerin de, o günün karanlığında, sana ışıktır. Bunların faydası sanadır. Benim için ne yaptın?
- Ya Rabbi, senin için ne yapmak gerekirdi?
- Sırf benim için dostlarımı sevip, düşmanlarıma düşmanlık ettin mi?
Musa aleyhisselam, Allahü teâlâyı sevmenin, Onun için olan en kıymetli amelin, Hubb-i fillah ve buğd-i fillah olduğunu anladı. (Mektubat-ı Masumiyye)

Cenab-ı Hak, Hazret-i İsa'ya da vahyetti ki:
(Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibadetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [K. Saadet]

Sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi gerekir. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin icabıdır. Burada, diğer işlerde gereken iradeye ve kesbe ihtiyaç yoktur. Kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları, insana sevimli görünür. Düşmanları, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sözüne inanılmaz. Ona münafık denir.

Allahü teâlâ, Mümtehine suresinin dördüncü âyetinde mealen, (İbrahim'in ve Onunla beraber olan müminlerin sözlerinden ibret alınız! Onlar, kâfirlere dediler ki, biz sizden ve putlarınızdan uzağız. Dininizi beğenmiyoruz. Allahü teâlâya inanıncaya kadar, aramızda düşmanlık vardır) buyurdu. Bundan sonraki âyet-i kerimede mealen, (Bu sözlerinde sizin için ve Allahü teâlânın rızasını ve ahiret gününün nimetlerini isteyenler için, ibret vardır) buyurdu. Buradan anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın rızasını kazanmak isteyenlere, bu teberri [uzaklaşmak] gerekir. Allahü teâlâ mealen buyuruyor ki, (Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki zıt şey, birlikte sevilemez.) Bir kimse, seviyorum dese, fakat onun düşmanlarından teberri etmese, bu sözüne inanılmaz. Al-i İmran suresinin 28. âyetinde mealen, (Kâfirleri sevenleri, Allahü teâlâ, azabı ile korkutuyor) buyurdu. Bu büyük tehdit, çirkinliğin çok büyük olduğunu gösteriyor. (Mektubat-ı Masumiyye 3/55)

İmam-ı Rabbani hazretleri de buyurdu ki:
Muhammed aleyhisselama tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tam ve kusursuz sevmek gerekir. Tam ve olgun sevginin alameti de, onun düşmanlarını düşman bilmek, onu beğenmeyenleri sevmemektir. Sevgiye müdahene [gevşeklik] sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin divanesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıt şeyin sevgisi bir kalbde, bir arada yerleşemez. Cem-i zıddeyn muhaldir. Yani iki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı icap ettirir. (1/165)

Sevginin icabını yapsın!
Bir âlim, çarşıdan geçerken, çocuğun birinin bir ihtiyarın yüzüne tokat vurduğunu görür. Fakat ihtiyar, hiç ses çıkarmaz. Âlim, hayret edip sebebini sorar. İhtiyar der ki:
- Ben buna, hatta daha fazlasına layığım.
- Niçin?
- Çocuktan sor!
Âlim çocuğa sorar:
- Evladım ihtiyara niçin tokat attın!
- Amca bu ihtiyar, bizi sevdiğini söylüyor. Fakat iki gündür, bizi görmeye gelmedi. Ya seviyorum iddiasında bulunmasın! Yahut sevginin icabını yapsın!
Âlim, ağlayarak der ki:
(Bir mahlûku sevdiğini söyleyip de, sevgisinin gereğini yapmayan tokat yerse, ya Halıkı sevdiğini söyleyip sevginin hakkını vermeyenin hali nice olur? Elbette Rabbinden uzaklaşmak elemine maruz kalır.)

Allah Güzeldir, Güzeli Sever

Sual: (Allah güzeldir, güzeli sever) hadis-i şerifinin açıklaması nasıldır?
CEVAP
Bahsettiğiniz hadis-i şerifin daha uygun tercümesi şöyledir:
(Allahü teâlâ cemildir. Cemal sahiplerini sever.) [Müslim]

Cemal, çirkinliği gidermek, vakar sahibi olmak ve şükretmek için, nimeti göstermek demektir. Gösteriş için, övünmek için, nimeti göstermek, cemal olmaz, kibir olur. Yukarıdaki hadis-i şerif, cemal sahibi olmayı övmektedir. Bu bakımdan her işte tertipli, düzenli olmak iyidir. Cemil güzel demektir, hasen de güzel demektir. İkisinin arasında fark vardır. Güzel bina ve güzel manzara ile güzel kız arasındaki fark gibi. Sevgi de, sevilen şeye göre değişir. Allah sevgisi ile evlat sevgisi, ana-baba sevgisi, hanım sevgisi, çiçek sevgisi farklıdır. Sevgi gibi, güzellikler de farklıdır. Kur'an-ı kerimde, (Allah, her şeyi güzel yaratmıştır) buyuruluyor. (Secde 7)

Allahü teâlânın yarattığı her şeyde muhakkak bir güzellik, bir sanat, bir tenasüp vardır. O yaratılıştan daha güzeli düşünülemez. Kur'an-ı kerimde, (Biz insanı, en güzel şekilde yarattık) buyuruluyor. (Tin 4)

İnsanın hiçbir organı ne fazladır, ne de eksiktir. Sindirim sistemi ve diğer sistemlerinden daha güzelini düşünmek bile mümkün değildir. Kulağımız tek olsaydı veya üç tane olsaydı daha iyi olmazdı. Diğer organların durumu da böyledir. Allahü teâlâ, kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzehtir. Yani her bakımdan güzeldir. İsimleri de güzeldir. Kur'an-ı kerimde; (En güzel isimler [esma-ül-hüsna] Allah'ındır. Ona o güzel isimlerle dua edin) buyuruluyor. (Araf 180)

Allahü teâlâ, Cennete de, Kur'an-ı kerime de hüsna [en güzel] demiştir:

(Rabbinizden size indirilenin en güzeline [Kur'an-ı kerime] tâbi olun!) [Zümer 55]

(Allah,
[Eshab-ı kiramın] hepsine de en güzeli [Cenneti] va'detmiştir!) [Nisa 95]

(
[Eshab-ı kiramın] hepsine hüsnayı [Cenneti] va'dettik.) [Hadid 10]

Faizsiz ve sırf Allah rızası için verilen ödünç için de, güzel borç anlamında (Karz-ı hasen) denmiştir. (Maide 12)

Dine uygun sabra da sabr-ı cemil [güzel sabır] denmiştir. (Yusüf 18, Mearic 5)

Hatta Cennet kadınları da, huyu ve yüzü güzel olarak vasıflandırılmıştır. (Rahman 70)

Çok namaz kılmak, çok oruç tutmak yani çok ibadet etmek değil de, güzel ibadet etmek gerekir. Kur'an-ı kerimde, (Hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan için...) buyuruluyor. (Hud 7, Kehf 7, Mülk 2)

Güzel ve güzellik hakkında hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

(Hayrı, iyiliği güzel yüzlü olanların yanında arayınız!) [Beyheki]

(Bana göndereceğiniz temsilcinin, yüzü ve ismi güzel olsun!) [Bezzar]

(Allahü teâlâ, birinin hilkati ile ahlakını güzel yaratmışsa, onu asla ateşe atmaz.)
[İ. Adiy]

(Allahü teâlâ, kime güzel yüz ve isim verir, o da bunları küçültecek duruma düşürmezse, seçilmişlerden olur.)
[Beyheki]

(Geceleri çok namaz kılanın yüzü güzel olur.)
[Mevkufat]

(Güzelin güzeli güzel ahlaktır.) [İbni Asakir]

(İslam, ahlak güzelliğidir.)
[Deylemi]

(Güzel saç, güzel ses, güzel yüz, fitneye düşürebilir.) [Deylemi]

(Güzellik, kiminde daha güzeldir: Adalet güzeldir, fakat idarecide daha güzeldir. Cömertlik güzeldir, zenginde daha güzeldir. Vera âlimde, sabır fakirde, tevbe gençte daha güzeldir. Hayâ güzeldir, kadında daha güzeldir.)
[Deylemi]

Evliyadan bir zat, (Bir kimsenin veli olduğu; tatlı dili, güzel ahlakı, güler yüzü, cömertliği, münakaşa etmemesi, özürleri kabul etmesi ve herkese merhamet etmesi ile anlaşılır) buyurmuştur.